20 Aralık 2008 Cumartesi

Sus, Hâmuşân ol...


Sustum, bir ömür sustum. Milyon kere ve milyar kere suskunluğun limanına rüzgâr gibi sağanaklar sundum. Sensizliği bir kenara bırakmak istedikçe kader yine, yeniden seni bana getirdi. Yağmur dualarıyla indin gökten serâser. Mahmuzuma dokunmadan, mızrağımı kırmadan ve atıma koşumları vurmadan bir gölge gibi geldin yeniden. Bir tesadüfün arka planında, bir dostun dudaklarının arasında ve bir şairin dizginlenemeyen lirik mısralarında...


Git demiştim oysa sana, gitmiştin ya hani. Uzun zaman olmuştu ya sen gideli. Niye geldin ki sanki, neden döndün ki? Gelme Yunus diye yaşattığım, gelme yeniden ve beni sürme gözyaşı sağanaklarının onulmaz anaforlarına.


Sustum, bir ömür sustum. Bilmediğim ve bilemeyeceğim, hayat boyu sayamayacağım sayılar kadar sustum. Susturdun beni Yunus diye yaşattığım. Dehhani başlamadı söze, ve Yunus dönmedi yurduna. Şems kavuşamadı Mevlana'sına. Gökte yarım kaldı kavsin ışıkları, ürûca varamadan bedenler nüzulde kaldı cismani cismani. tennureler toprak altında ve ve kebuter açamaz olmuş kanat denen gönül sayfalarını. Kalemler seni yazmaz olmuştu Yunus diye yaşattığım. Git demiştim oysa sana, gitmiştin ya hani. Uzun zaman olmuştu ya sen gideli. Niye geldin ki sanki, neden göndün ki? Gelme Yunus diye yaşattığım. Gelmeeee...


Hâmuşân'a dönüyor yolum yine, yeniden, bir ve bir kez daha. Bir sen varken bir de bir kez daha sen geliyorsun gönül yurduna. Ben hayalinle baş edemezken gelme Yunus diye yaşattığım. Dönme gönül yurduna. Sustur beni eskisi gibi ve Hâmuşân'a döndür beni. De ki: "Sus, Hâmuşân ol."

5 Aralık 2008 Cuma

Mutlu Bayramlar, Kutlu Kurbanlar...



Kapa gözlerini, sessizliği duyuyor musun gecenin karasında? Yum gözlerini, sesimi işitiyor musun karanlığın sükûtunda? Bayram geliyor ya hani, hani gülüyorsun ya şimdi… Ben de gülümsüyorum sevgili. Anlaşılmaz bir yalnızlığın ortasında yanımdayken sen, her şey benimle oluyor ve seninle oluyor her şey. Şey’ler bizimle oluyor biz adlarını veremezken. Şey demek isterdim sana, sana şey demek isterdim, sana o kadar çok şey söylemek isterdim ki sevgili…

Yoksun şimdi. Kilometrelerce yakınımda bir nefes kadar ve bir o kadar da uzağımda. Koyamadım sensizliği kefelere, seni sensizliğin içinden çıkarıp adını şey koyduğum şeylere… Şey, sevgili… Yanımda olsaydın keşke, kilometrelerce yanımda… Bir o kadar da yamacımda… Şey, sevgili…

Kimse bir şey anlamadı bu hiç sevmediğim sözcükle doldurduğum metnimden. Bir tek sen sevgili… Şey, sevgili… Gerekli her ne varsa ve gereksiz her ne yoksa, her şey bu “şey”in içinde. Şey, sevgili… Sana gerekli olan her şeyle ve gereksiz olan hiçbir şeyle seslenmek istemem sevgili. Sen benim için gerekli her “şey”sin ve gereksiz olmayan her “şey” sendedir sevgili…

Şey, sevgili… Bayram geliyor ya hani, hani İsmail kurban oluyor ya gökten koç inmezse… Kurban’ın kutlu olsun sevgili.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Güle Güle Efendim...





Gidişinin sükûnetinde, kara bir hanenin karanlık ve ıssız bir köşesinde, İskender diliyle… Destur…

Evim, ocağım, yurdumsun…

Dışında olamadığım, içinden çıkamadığım… Anahtarını kaybettiğim günde düştüm yollarına derbeder sürgünlerin. Bir türlü kavuşamadığım, kavuşmaya doyamadığım… Kıble sabalarının halvetiyle açan yediverenim. Karanlıkların ardında uyandırmadan kimseleri, uyandırdın sevgimi; gecelerimi yıkadın, dolunaylara doldurdun.

Hasretim, hicranım, firkâtimsin…

Aramadan bulduğum yola koyulmuş göçüm. Gecelerimin hakimi, gözyaşlarımın pınarı, Efendimsin. Sevilmeye şayeste dilberim, kuşkulardan arındırışmış günaydınım. Güzellik mushafının sermayesi; hayatım, ömrüm, varlığımsın…

Yaralım, bimarım, hastam…

Merhemine koştuğum, zehriyle düştüğüm. Beşeriyetimin ve acziyetimin pervasız ayinlerinde kurban olanım. Aşk sultanıma otağ, gam ordusuna karargâh, sadağımda zehirli peykânımsın gamzelerden; küplerinden köpüren pahalı şaraplara ödediğim pahasın ruh iklimlerinde. Uğrular elinde tutsak şehzâdem…

Çilem, acım, kaderim, gönlüm…

Sustukça hoş geçimlim, dile geldikçe parlayan alevim. Rüyam, hayalim, hülyam… Sellere kaybettirdiler izini ilkin ve iz sürmeyi unutturdular bana. Ateşini külde sakladılar ve külü ateşe koydular.

Esenliğim, sevincim, neşem, Efendim…

Dön artık yurduna. Sana meskendir bu gönül, sana vatandır secdegâhım. Sultanımsın, sevdalımsın, gönül tahtımda oturan en yüce padişahımsın.

Gülüm, gülzârım, gülşenimde gül bakışlım…

Sensiz çiçekleri açmaz bu diyarın. Senin sesine vâbestedir rüzgârlarım. Düş, desen, düşer gözüme nakış misali işlediğin gözyaşlarım. Bir bakışına ve bir gülüşüne hayrandır yüreğime nakşettiğin kalp atışlarım.

Stanbulum, Bağdadım, Gülistân ile Bostânım…

Sensiz tadı yoktur şehirlerin. Şehirlerin içinde hapsolmuş tarihin sensiz tadı yoktur. Sâdi Bostân’ı ve Gülistân’ı bile laf dinletemez sevdama. Aşk laf dinlemez, gezinir, seni arar Mushaflar arasında.

Aşkım, sevdiğim, sevdalım, Sultânım…

Dünyam, âlemim, hayatım, ömrüm, varlığım, Efendimsin…

İskender Pala’nın “Kitâb-ı Aşk” adlı yapıtından eşsiz güzellikle bir senfoni… Biraz ondan, biraz bizden… Üstadın engin hoşgörüsüne sığınarak…

24 Kasım 2008 Pazartesi

Lügaz sana, muamma bana, sır bize...



Sırrın tadına ermiş bir kurdum şu fani âlemde. Sayfaların tozundan sözcüklerin kokusuna mazhar olmuş, taliklerden sıyrılıp rik’âların kıvrımlarında yok olmuş ve bir mahzenin sarhoşluğunda cezbenin ateşiyle yanıp kül, yanıp kul olmuş bir fâni…

Sırrıma ortak ol diyedir sözlerim. Müstesna bir kitabın istista bir sayfasında bulduğumda kendimi, “yasak meyve”yi tattım ilkin. Azazil’in iken Âdem’le, Âdem iken adenle düşüp kalktım ilkin. “Nuh Tufanı” susuzluğumu giderirken “Yasef’in Ordusu”nda kanın tanına baktım ilkin. “Lut Kavmi” taparken altından heykellere, ben bir cüzamlı gibi “haram”a baktım ilkin.

Ey sesimi bilmeyen kişi ve sözlerimi söz bilen sözsüz kişi. Sırrıma ortak ol diyedir ve mührü çöz diyedir dilsizliklerim. Ben “Yakub”un sabrına, “Yusuf”un vaslına, “İbrahim”in lütfuna ve “İsmail”in nuruna söz geçiremedim. Onların sayfalarına düşmedi yolum. Sayfalar düşmedi yollarıma ve ben bir acuze gibi yol buldum “Efrasiyab”ın damarlarında. “Firavun” ve “Nemrud” gibi dolaştım çöllerin sıcak kumlarında. Benim için gökten koç inmedi ve “Gayya kuyuları”nda talihime bir anka gülümsemedi.

Ey ahdımın ah’ından habersiz kişi. Benim talihime düşmedi Züleyhalar tıpkı Yusuf gibi. Leyla’yı aramadım ben cin kökünden türerken isimlerim. Şirinler uzak durdu, ben dağların yamacında kavm-i haram iken ilkin.

Sırrın tadına mazhar olmuş bir eski zaman kurduyum şu âlemde. Vazifem eski kitapların tozlu sayfalarından bir tat almaktır. Sayfalarda hangi sözcükler çıkarsa kaşığıma, ben onu yerim ilkin. Adın düşerse sayfalarımın arasına, kaşığıma koymuşsa seni kader ve Ehremen’in sayfasından dönerse yolum güzellik sayfalarına, bataklardan çıkarabilirsem ruhumu, gülümserim sana ilkin.

Bana her nefes müstesna, bana âlem istisna… Boğazıma kadar batmışken Kızıl Deniz’in tuzlu sularına, can havliyle secdegâhı beklerim ve benim için sevda, yazılmış olandır ilkin…

17 Kasım 2008 Pazartesi

Geldin ve gittin, hoş...

Akşamın kızıllığına bıraktım seni. Martıların kanatlarına muştu misali… Gecenin ayazından sakındım seni ve sabahların ziyasına sakladım gülüşlerini. Güneşin yakışından kendi gölgeme gölgeledim seni. Sakladım bende kalan gözlerinin rengini…

Kendime sakladım seni. Dönüşü olmayan bir duruş ve nefeslerimin içinde bir koku… Düşüncelerime sır belledim seni, çıkarmadım kuytularımdan bende bıraktığın öpüşlerin titrek gülümseyişini.

Ekmeğimin içine katık ettim seni, dillendirmedim dost meclislerinde, ıslatmadım sağanaklarda hayalini. Kokunu sakladım yastıklarımda ve raflarımın arasına sırladım seni, hiç açılmamış kitapların hiç açılmamış sayfaları arasına.

Sakladım seni sevgili. Sonu gelmez bir matemin kızıllığında uykularıma gömdüm seni. Ufukların ardına gömülmüş bir duruş gülümser şimdi omuzlarımda. Kızıl bir karanlığın ardında durur düşlerim.

Önce kelam ardı oysa. “Kün!” demişti ya âlemlerin sahibi. Kelam, kalemden önceydi, önceydi sessizliklerin sesi. Elif üzre gülüşler vardı ve elif dilinde seslenişler… Zaman o bildik zaman değildi ve mekân o bildik mekân… Âlem henüz âlem, Âdem henüz Âdem değildi. Biz sulbündeydik vahdetin, tek kabukta iki badem gibi… Yaratıldık ardı sıra, birbiri ardınca dizildi sevdalar. Mayasında aşk varken âlemin, ruhun beni diledi ve ruhum seni diledi. “Kün!” dedi âlemlerin sahibi. Sen bana gelmeyi diledin, ben bana gelmeni diledim. Gelemedin, gelmedin. “Gel sevgili!” diyemedim.

Gelişlerin bu güne kısmetmiş meğer. Gidişlerin yarına yazılmış ve sessizliklerin zihnime. İnancım oldun sevgili! İmanım oldun… Hoş geldin ve hoş gittin sevgili… Sevgili…

10 Kasım 2008 Pazartesi

Sevgili..!



İnancıma, sevdama ve saklı kalmış gülüşlerin aşkına…

Gayya kuyularında saklanan ruhum! İnci ve mercan dilinde bir sükûnetin sütunlarına saklanmış ruhum! Kuleler önünde uğrulara haraç mezat satılan ruhum! Ses ver bana… Bârihâ’nın sonsuzluğunda, bir çöl çiçeğinin susuzluğuyla… Ses ver bana… Kor gibi yakan güneşin önüne gerilen bir küçük bulut edasıyla… Geceleri yıldız yıldız, gündüzleri vakfe vakfe bir gülüş gönder bana.

Ses ver bana sevgili! Dönüş yolunda bir kafileyi bekler gözlerim. Develerin ayaklarına bağlanmış gibi yerde sürünüyor adına ruh denilen gafletim. Hasret kast ederken canıma, hazanın son yaprağıdır sararmış benzimde gülüşlerim. Hacle hacle sağanaklarla yol açarım sana sinemde. Bir ses için yakarım Mecûsilerin ateşini ve bir sesin içindir Kisra Saraylarının sütunlarını yeniden dikişim.

Ses ver bana sevgili. Bari sen küsme. Küsüşlere alışkın değil kuruyan göller. Terk edişlere alışkın değil hasret hasret büyüyen yüzümdeki çizgiler. Leyla’ya tutturdum yasını asırlardır. Şirin’e sakladım sabrın goncasını. Züleyha yanışlara gebe, bir doğumun arafesinde. Sadece sen diye, sadece sen gel diye.

Sen sadeliksin bana ve çocukluğumun beyaz takkesi… Kararmış bir bedenin içinden yeşeren ve masum küçük eller elinde büyüyen bir eski zaman ayinesi… Yokluğun asır gibidir seslendiğim ruhuma. Uzaklığın Mısır çölleridir gönlümün azabına. Gönlüm gönlüne ve gözlerim gülüşüne meskendir sevgili…

Bülbüller terk etti gül bahçelerini ve güller nalân oldu yokluğunda. Kırmızı bir can suyu dökülüyor ayaklarımın ucuna. Tâhâ ve Yâsin aşkına… Sevgili! Dön artık yurduna.

3 Kasım 2008 Pazartesi

Minyatürde Aşk...



Her akşam kefen giyer güvercinler.
Her aşk kefen giyer günün birinde.
Kanatlanmış bir güvercin gibi girdin
Siyah bir matemin en karanlık yerine.
Uzak bir denizin en mavi yerinde
Akşamın lacivert semasına takılır
Gözlerinin enginliğinden serinlikler.
Kanat sesleri duyulur sessizliğin içinde.
Her akşam bir şair bir güvercin olur.
Tennurelere bürünür beyazlıklar içinde.
Güvercinin kanadına bir çiğ düştüğünde
Gecenin ayazına karışır kanat sesleri.
Ten can kafesinden uçup gittiğinde
Aşk saklı kalır bir minyatür içinde.

28 Ekim 2008 Salı

Mostar Köprüsü (şiir)



Mostar Köprüsü’nden aşağı
Bir gül atladı suyun derinlerine.
Bir hüzün nağmesinde buluştu tuzlu sular.
“Gamze-i kûyun” derdi ya eskileri,
Gamzenden bir gül düştü ruhumun dipsizliğine.
Mostar’da iki tünel…
Kokunu özlerken karanlıklar,
Salınarak geçişini bekler,
Ödünç ayrılıklarını bekler
Suda hayaline hapsettiğim halkalar.
Mostar’ın üstünde iki göz…
Kocamış bir çift gözün altında
Koca Mostar…
Mostar’dan aşağı bir gül atladı.
Suyun halkalarında senin cismin…
Kan ağla gözlerim.
Gözlerim!
Mostar senin için…


Düşlerin döngüsünde sakladığım bir çift güvercinin kanatlarında ararım seni. Zamana inat bir tutsaklığın ertesinde o bembeyaz gülüşlerinde alegorik bir şiirin dizeleri arasına gömerim seni. Sevgili! Kal suyun dipsizliğinde.Gülleri mesken ettim ben sin'lerin içine. Sevgili! Kal Mostar'ın dibinde. Sensizliğimi kuşların kanadına sarıp son verdim senli gecelere.

21 Ekim 2008 Salı

Leylâaaaaa!!!



Leyla’m nerdesin? İki gözüm çerağı nerdesin? Habeşiler tuttu özümü, iki gözüm nuru nerdesin? Nevfel’in orduları sahrada. Haber yolla da babana sancak çekilsin.

Leyla’m nerdesin? İki ordunun sevdalısı, nerdesin? Senin için yapılır bu cihat, akan kanım sahibi nerdesin? Leyla’m, Sultanım nerdesin? Sabahımın yıldızı nerdesin? Salalarım, secdesiz namazlarım sanadır. Nerdesin? Leyla’m nerdesin?

Mecnun’un sesini duyar mı Leyla yahut haberi var mıdır Mecnun’dan? Leyla’nın aşkını bilir mi Mecnun yahut aşk var mıdır Mecnun’da. “Ger ben ben isem nesin sen ey yâr? Ver sen sen isen neyim ben-i zâr?”

İkilik yok bizde. Dedim ya sevgili! Ben Leyla ve ben Mecnun… Feryat etmiyorum Leyla, Leylaaaaa diye. Âh yâr, hüküm yazdın yine. Ferman veren ellerin vermedi dermanını. Âh yâr, ayrılık verdin yine. Yollar dönüşsüz kaldı bir çölün mateminde. Ses vermedi Leyla’sı Mecnun’a. Mecnun Leyla’ya ses edemedi.

“Kays” dedi Leyla bir çöl mateminde. “Mecnun” dedi Kays, Kays da kim oluyor? Kays da yok Leyla da. Bir bütün idi âlem ve ben bir bütün idim ve Leyla bütün idi Mecnun’da. De ki: “Bende kalmadı senlik benlik.” Ben Leyla’yım ben Mecnun… Ey mihr-i Dilara… Artık Leyla da yok Mecnun da…

14 Ekim 2008 Salı

Ashâb-ı Beden.



Dikenliydi sevdan… Yedi kişi tek bedende. İster Ashâb-ı Kehf de, ister Ashâb-ı Rakîm… Yedi kişi bir de köpek. Sekiz can bir bedende…

Bilir misin kaç parça olduğumu, bilir misin bir bedende buluşan canları? Gaipten haber mi verirler yoksa? Kaç kişiyim ben? Beş mi, yedi mi, on üç mü? Kıtmir’i aldınız mı bedenime? Mislina nerde? Mekselina’ya noldu? Mernûş nerdedir şimdi? Şazenûş, Kefeştatayyûş ne haldedir şimdi? İçimdeki Debernûş Yemlihâ’yı çağırır. Dakyânus’a tutsak bir bedende yedi cân… Ya ben nerdeyim şimdi?

Bilir misin bedenimde toplanan cânları? Kaç parçaya bölünmüş, kaç koca sevda… Yemlihâ dosttan uzak düşmüş, titreyen bir bedende üç yüz dokuz yıllık taze sevda… Kıtmir kadar da mı olamadım? Bir köşene sinip bir yılcık da olsa ben niye uyuyamadım?

Beş kişi olsam ne çıkar, yedi, olmadı on üç. On üç dikenliydi sevdan, senden her geçişimde can lime lime… Kıtmir kadar olamamışsam bin parçaya bölünsem ne çıkar? Yedi kişi bir bedende toplansa ne çıkar? Sen beni bin parçaya bölsen ne çıkar?

Sevgili! Kaç parçaya ayırdın beni? Kaç parçayım bak sevgili!!!

“De ki: Onların sayısını ancak Rabbim bilir.” Kehf/22

8 Ekim 2008 Çarşamba

Bulamadım, Efendim...


Bulamadım seni Efendim. Kaybettim izini kalabalıklar arasında. Her şeyden geçtim bu gece. Başımda adına sikke denilen bir mezar taşı… Sırtımda hüsranımla boyalara buladığım bir kara toprak ve bedenimi hasretinle sarmalayan, gönül gözü görmeyenlerin adına tennure dedikleri kefen-i mutlak… “Nerdesin?” dedi Mercan Dede, ben sana döndüm Efendim.

Bulamadım seni Efendim. İzlerini sildiler gözlerimden ve sesinin tınısını söktüler zihnimden. Sesini anımsayamaz oldum Efendim. Ben durduğumda âlem bıraktığım gibiydi. Onlarca kamera ve yüzlerce insan önünde senin isminde döndüm Efendim. Bir sesine, bir gülüşüne feda ederdim oysa her şeyi; ama seni bulamadım Efendim. Yol bilmez, iz sürmez halde bıraktın beni kendinsiz. Âlem gibi uçtum sana, su gibi yol buldum sana, pervane gibi döndüm sana; bulamadım, seni bulamadım. Nerdesin Efendim?

En mutlu günler bile mutsuz sen yokken. Yüzlere takılan maskeler dışında ben gülümseyemiyorum senin gülüşlerini göremezken. Yetmiyor bana nefes almalar, bana yetmiyor yaşam. Hep bir yanım eksik senin yokluğunda. Sana bir yandan da şükran borçluyum Efendim. Ya iki gün değil de iki aylık olsaydı sevdanın rengi. Dokunuşlar yetmesiydi gelmelere ve gitmelere. Gülüşler eksik kalmasaydı yarıda, benim halim nice olurdu Efendim? Bir ömür kalsaydın ya yanı başımda ve sonra gitseydin bensiz gittiğin diyarlara. O zaman daha beter olmaz mıydım Efendim?

Hamd olsun Âlemlerin Sahibi’ne. Hamd olsun ki bana verdiği yük iki günlükmüş. Kısalıkların kısa sayılmadığı bir günde, gülüşlerin sonsuzluğa eriştiği yerde ya bana fazlasını bahşetseydi, ben nasıl dayanırdım Efendim? “Allah kuluna kaldıramayacağı yükü vermez.” diyor ya hani yaratılmışların en hayırlısı. Allah kuluna kaldıramayacağı yükü vermedi. Aşkının tahammülü bana iki günlükmüş, Elhamdülillah…

4 Ekim 2008 Cumartesi

Koku


“Yâ Rab! Belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni”

Gül kokusunu alamadı Mecnun. Daha nice kokular vardı âlemde oysa. Mecnun’un kokusu aşkta saklıydı. Gökyüzünde sürü halinde kanat çırpan umutların gagasındaydı aşkın kokusu. Kaderin kaleminden dökülen, dillenen, isimlenen milyon yıllık uzaklardan gelen kokular… Mühürlü bir gölgenin kubbesinden uzaklara kadar gelmiş zümrüt yeşili kokular… Gökte aşkın hiç sönmeyen billur bir avizesi ve aşk damıtan koskoca bir evren… Bütün kokular aşka çıkarken, bütün adımlar aşkla atılırken, her yol aşka, her yokuş aşka uzanırken nasıl başka bir koku alabilirdi Mecnun?

Kara donlu Kabe’ye getirdiler Mecnun’u… Dilinde Leyla, zihninde Leyla, gözünde Leyla ve yine Leyla… Baktığı her yerde, uyuduğu yerde, uyandığı yerde hep Leyla… Yediği ekmekte, içtiği suda, içine çektiği kokuda hep Leyla, yine Leyla, yeniden Leyla…

“Leyla” dedi Mecnun, bir çöl mâteminde. “Beni buralara senin aşkından kurtulmam için getirdiler. Habib’in mezarına, Allah’ın kapısına yüz sürüp senden vazgeçmem için getirdiler. Gidemem Leyla. Geçemem Leyla. Gittiğim her yerde bana bir nefes kadar yakınken, her nefeste burcu burcu seni içime solurken, senden geçemem Leyla…”

Kara donlu Kabe’ye yüz sürdü Mecnun. Dilinde Leyla’sı… Tavaf kılıp Kabe’yi, semâya el kaldırdı Mecnun. Burnunda aşkın kokusu… Kabul olundu duası Mecnun’un. Aşkın belası Mecnun’un üzerineydi artık. Bir an bile olsun, aşkın belası ondan uzak olmayacak, aşkın kokusu onsuz kalmayacaktı. Belâ-yı aşk ile âşina kılındı Mecnun… Dilinde Leyla, zihninde Leyla, baktığı yerde yine, yeniden, hep Leyla…

O gün bu gündür Leylalar eksik olmadı yaşamımızdan. Âşıklar kendilerini hep Mecnun bildiler. Sevdiklerine “Leyla” deyip şiirler dizdiler. Oysa eksik olan bir şey vardı, eski Leyla’dan eksik kalan. Leyla’nın kokusu unutulmuştu âlemde. Aşkın kokusuydu bu eksik kalan sinelerimizde. O koku unutulunca aşk denen şey, zehirli bir sarmaşığın saçaklarına dolanıp kaldı. Adına “aldatma” dediler. Adına “ayrılık” dediler. Adına daha pek çok şey dediler. Oysa adı “KOKU”ydu onun. Aşkın kokusuydu. Leyla’nın kokusuydu. Onun kokusu gitti. Âlem aşkın sahtesiyle boğulup gitti…

Ehl-i aşk’tan kim kaldı toprağın üstünde? Ses verecek yok mu “Ben, ehl-i aşk’tanım.” diye. Ses verecek yok mu “Leylâ’nın kokusu bende saklıdır.” diye. Boşunadır çırpınışlarım, bencileyin bir güle vurgun bülbül… Tıpkı Leylâ gibi zahir âlemde, güller de kokmaz oldu. Ses verecek yok mu? “Gül kokusu gönlümdedir.” diye bana feryad edecek yok mu?

Sevgili! Seslenişlerin bir kokudur gönlüme esip gelen. Adı konmamış bir yaşanmışlığın içinden sıyrılıyor dertlerim. Gelişine kurban bir gülümseyişi bekliyorum şimdi. Ehl-i aşk’tan bir parça varsa içinde, ses ver seslenişlerime. Leyla’nın kokusu bende saklıdır dersen, gülüşlerini gönder eksik bırakılmış sineme.

Sevgili! Asırlardır kokusuna hasret kaldığım sevgili. Kokunu duyur bana ki adını koyayım hasretimin. Kokunu duyur ki Leyla mahpus kalmasın şiirlerin içinde. Sevgili! Leyla'nın kokusuyla gelen sevgili! Sevgili..!

26 Eylül 2008 Cuma

Gecemi Süsleyene ve Geceye Ait Sözcüklere...



Gece yaklaşıyor bir minarenin aleminden. Gece yaklaşıyor bir suyun akissiz huzmesinden. Gece yaklaşıyor sevgili! İki martının aşkla süzülüşünden… Gece sevgili… Gece… Ben geceleri seninle sevdim. Kandillerin ve mahyaların ışıklarının arasında buldum gözlerini. Kandil Sevgili… Gece…

“Şeb-ârâ” dedim sana “Gecemi süsleyen”, ben geceleri seninle sevdim. Geceyi süsleyen sözcükleri, geceye ait olanları ve geceden parçası bulunanları…

“Şeb-i aşk” dedim senli gecelere, senden uzak geçenlere “Şeb-i gâm”, bazen “Şeb-i mâtem” oluverdi zaman… Ben sözcükleri seninle sevdim.

“Şeb-i deycûr” oldu geceler “Kara Karanlık”. “Şeb-i firâk”ta âhlarım semâya yükseldi, adına “Ayrılık Gecesi” dedim. Ben geceleri seninle sevdim.

“Şeb-dîz” dedim adına, “Gece Renklim”, “Şeb-efrûz”da yakıştı sana, öyle bir “Aydınlık Gecesi” peyda oldu. Ben aydınlığı seninle sevdim.

Bense “Şeb-engîz” oldum, bir yarasa… Karanlıklara yürüyüp “Şeb-gerd” oldum, seni ıslıkladım yollara ve kaldırımlara. “Şeb-gîr” olup uyumadım, sana doğru kervanlar yolladım hayal sahralarında. Ben hayalleri seninle sevdim.

“Şeb-hân”a döndüm, “Şeb-hâne”lerde sabahladım, “Şeb-hûn”lara uğradım, karabasanlar yedim. “Şeb-rev”lerle yoldaş oldum, onlara seni heceledim. Ben sözleri seninle sevdim.

En son, gece sabaha ulaştı bir minarenin aleminden. Martılar süzülmeyi bıraktı ve suyun huzmesi renk attı sensizliğimde. Müezzinler sabâ makamına bastı ve ben bir “Şeb-nem” olup yanağına kondum.
Sevgili! Ben geceleri seninle sevdim. Gecemi süsleyen sözcükleri, geceye ait olanları ve geceden parçası bulunanları… Ben geceleri seninle sevdim.

25 Eylül 2008 Perşembe

Su, Sevgili..!



“Başıma öyle bir belâ verdi ki Hak
Efsâne-i Leylâ ile Mecnûn’u unuttum”
(Emre)


Su ver bana sevgili. Asırlardır hasretinle yangınım. Gecelerin katran karasında bir kibrit alevinde izini sürdüğüm… Yollarda arayıp çöllerde bulamadığım sevgili! Gülüşünden bir damla sevda der bana. Yüzyılların kehanetleriyle mesellerde soluğunu soluduğum sevgili, kokundan bir burcu ver bana. Âşıkların musarra beyitlerinde gözlerinin alevini aradığım ve bir mumun şavkında sevdanın rengiyle ismini gazellere kazıdığım sevgili! Mükâfatını evrene saldığım, azâbını mahşere doladığım sevgili! Sevgili..!

Sana sevdalı bu cânın mahlası yoktur zeminde. Sana sözler dizen âcize senin aşkının soluğu üflenmişken, senden başka mahlas bulunur mu fikrimize! Seni methedecek sözleri bulamam karanlıkta. Sen olunca sözün içinde, senden güzel söz bulunmaz dizelerde. Sözlere ve dizelere, âlemin zeminine ve zamana, fikrimize ve zikrimize güzellik katan sevgili! Ahsen’ül kassâs gibi bir kıssa yazdır bize ki kıssamızda sensiz girizgâh bulunmasın. Ebû Leheb’in ellerinin kuruyuşu gibi kurutma aşkımızı, Cafer’e tayyar isminin verilişi gibi dizeler arasında uçur sevdamızı.

Başıma öyle bir belâ verdi ki Hak olan Allah, Leylâ da kalmadı bende Mecnûn da. Belâ’lar belî olmadan yetişemiyorum sana. Leylâlar ve Mecnûnlarsız erişemiyorum aşkına. Sevgili! Eriştir beni aşkına. Tâ ki koyayım mührünü Süleyman’ın ve kuşlarla yollayayım sana senin için atan yüreciğimi. Eriştir Sevgili! Tâ ki verip asayı Musa’ya, senin aşkınla yarayım ben de denizleri. Sevgili! Bir damla su… Su sevgili… Sevgili… Su…

23 Eylül 2008 Salı

Tezkire-i Sultanî


Sevgili… Senden evveldi. Seni arıyordum elyazması metinlerin soluk satırlarında. Bulamadım sevgili. On sekiz bin âlemden haber bekledim güvercin oluklarda. Talik bir levhanın önünde cülüslerle hatmettim seni. Rik’aların arasında derledim hüzün gibi gönlümde çakılı gözlerini.

Sevgili… Senden evveldi. Seni arıyordum nerede arayacağımı bilmeden çaresizce. Söze Dehhânî’yle mi başladın sevgili? Aharanmış dokuz parça gazelin arasından seçtim ilkin ismini. Baykara meclislerinde Ali Şir’le mi söyleştin sevgili? O mu öğretti sana aşkın hamsesinin altı mesnevilik özgeçmişini? Yunus mu emretti gönlümde ebed-müddet yer etmeni? Ya Şems sevgili? Şems’le mi söyleştin Mesnevi’nin yedinci cildine nakşettiğin dost ismini? Toza bulanmış bir Bağdat gecesinde Fuzûlî ve Bâkî gibi demleyip mi öğrendin hoş sohbetin kırklama şekerini? Muhibbî mi muştuladı sana aşkın Hürrem dilinde vazgeçilmezliğini?

Sevgili! Nef’î’den mi öğrendin sözlerini bilemeyi ve Nâbî diliyle mi hayrettin Hayriyeler dolusu güzel söz derlemeyi? Sevgili! Şeyh Galip mi söyledi Hâmuşân’dan bir nefer gibi sessiz kalıp sessizlikle söyleşmeni?

İlmek ilmek dokudular seni. Cımbız cımbız çekip divanların arasından seni, nakşettiler sevgili. Senden evveldi. Seni arıyordum henüz. Elbirlik olup senin resmini çizdiler gönlüme tezkirelerin sararmış sayfalarından. Divanıma girizgâh ol sevgili ve duâlarımın hitâmında bir gülüş…

Ben sevmedim seni. Bana seni sevdirdiler sevgili. Sevgili… Senden evveldi senin bana sevdirilişin. Şâir-i âzâmlar ve Tezkire-i Şuârâlar öğretti bana seni nasıl sevmem gerektiğini. Sen o satırlarda bulduğum göz, hüsn ü hatların arasından çıkardığım nakış ve taç beyitlerde bulup hıfzettiğim isimsin gönlümde. Sözler benim değil sevgili.

Sevgili… Senden evveldi seni sevişim. Sen Yunus olmasan, Şems’e yol bulmasan ve Fuzûlî’de soluklanmasan Galip gibi Hamuşân’da konaklamasan seni nasıl severdim sevgili?

Sevgili… Senden evveldi seni sevişim ve senden evveldi bana sevdirilişin. Sevgili… Sevgili…

22 Eylül 2008 Pazartesi

Yarıda Bırakılmışlar.




Aşkım yarımdır benim tıpkı yüzüm ve tıpkı yüzsüzlüğüm gibi… Sevdam yarımdır benim tıpkı yarım bırakılışlarım gibi… Ruhum yarımdır benim tıpkı sende kalan yarımın beni terk edişi gibi…

İsmini kazıdın kendi ellerinle, iradem ellerimde değilken ve senden bir parça var bedenimde sen benim bir parçamı çalıp gitmişken. Bir buseyle öldürdün bir yarımı ve kalan yarım can çekişiyor şimdi gecelerin karanlığında. Tamamlanmak istiyor resimler yarım kalmış bir sevdanın ayazında. Maya tutmuyor ruhum tohumları eksik ekilmiş ve susuz bırakılmış bir tarla… Niye geldin ki sanki! Neden çekip vurdun beni? Gözlerin asırların tozundan silkinen bir kılıçken nasıl kıydın da parçalara böldün beni?

Sevgili! Öldürdün ya beni! Öldürdün sevgili. Tuzlu bir yalnızlığın bitmek bilmez kurumuşluğuna terk ettin beni. Bir kefen bile kesmeden ve bedenim üstüne bir kürek toprak bile serpmeden bırakıp gittin beni. Sevgili! Çiğnedin ya beni! Zaten ayaklar altında ezilmişliği vardı bu ruhun. Tekmelere tokatlara gelmişti defalarca. Sırtına ve beynine inen balyozları da unutmadı ya ruhum. “Alışkındır” dediler, “Bir darbe daha kaldırır” dediler. Bu kaçıncı, onu bile sayamadı ruhum.

Her gelen yarım bıraktı beni ve her gidiş bir kez daha öldürdü beni. Tıpkı senin sessiz ve sedasız çekip gidişin gibi. Aşkım yarımdır şimdi. Tıpkı canımın yarım oluşu gibi ve tıpkı sende kalan yarımın beni terk edişi gibi. Yarıda bırakılmışlar aşkına ve yarım kalmış aşklar aşkına… Yarımım sevgili! Tamamla beni. Sevgili! Tamamla sevgimi...

18 Eylül 2008 Perşembe

Son bahar, sonbahar.



Eylül… On sekiz Eylül… Sonbahar bu, yaprak dökümü zamanı… Rüzgârın emrine âmâde, sararmış yaprakların göç zamanı… Hazin bir hüzün zamanı, hazanın doğum zamanı… Hüzzam nağmelerinin gönül tellerini titretme zamanı… Yalnızlığımın dökülen yapraklara muhtaç olma zamanı… Yolların ayrılma, ruhların ölümle dirilme zamanı… Tükenişin adı… Çürümenin kerahat vakti… Yağmur mevsimi, tükenişin adı… Benim mevsimim sonbahar. Eylül, benim ayım. Hüzünlerimin ve sensiz ağlayışlarımın doruk vakti…

Aşk bir dost, aşk bir düşman… Kalplerin sönme zamanı yaklaştı tıpkı benden gidişlerinin ayak sesleri gibi… Vedaların suya salındığı, gülüşlerin saklandığı ve mutlulukların sandıklara kaldırıldığı bir mevsim şimdi gönlüm… Yangınlar büyük sonbaharda güneşin yokluğuna rağmen. Kül rengi bulutlar misafir oldu ufkuma. Başımın üstünde dönen bilinmezlikler… Resimlere hapsolmuş gülüşlerin dağıtmıyor bu hüznü.

Gelmiyorsun. Bekledim. Bir asır bekledim. Sayamayacağım sayılar kadar bekledim. Bir selam, bir gülüş, bir öpüş bekledim. Gelmedin ve biliyorum ki gelemedin. Bekleyişlerinden haberdardır gönlüm. Ruhaniyetlerden istimdatlar çoğalmıştır bu sıra. Sırrına sırdır zihnim ve dualarına duakârdır dillerim. Dileklerimiz aynıdır yaşamın kıyısında ve bir yol üstünedir yürüyüşlerimiz. Dalından kopmuş çaresiz bir yaprak olmamak içindir çırpınışlarımız ve yanmamak içindir cehennem misali ateşlerde sessiz gözyaşlarımız. Aslına sadık bir nesilsin sen ve sulbüne sadık bir bende. Dirayetine ve hassasiyetine hayran olduğum ve ölene dek ayrı kalma pahasına da olsa kararlılığına kurban olduğum sevdiğim! İstimdatlarına ve kimselere göstermeden dua dökülen dudaklarına hayran olduğum sevdiğim! Sırrına sır bil beni ve katık et dualarına “âmin” diyen ben bendeni.

17 Eylül 2008 Çarşamba

Göç Yükü...




Adımlar arşınlıyor yolları. Hayallerin ardından bir kızıllığa yürüyor yalnızlıklarım. Berrak bir havada, güneş batmaya yüz tutmuşken hava birden kararır ya, karanlıktan daha beter bir sıkıntı çöker insanın içine. Masmaviyken gökyüzü, lacivert bir sema eksik olur üzerimizden. Karanlıkla maviliğin arasında bocalar âlem…

Bir nefes, bir nefes daha çekersin sigaradan. Yalnızlığa ve sessizliğe yollarsın dumanını. İçinden hasret katarsın biraz dumanına. Biraz aşk, bir tutam sevda ve biraz da hasret… İşte kıvamına gelmiştir. Tam da semanın başıbozukluğuna inat, kendi rengine bürünür yalnızlık. Durmaz olur içerde. Kendini dışarı atmak ister, kayıtsız ve biraz da sabırsızca…

Git şimdi. Özgür bıraktım dumanıma atıp seni. Tıpkı senin istediğin gibi… Bir sihir gibiydi oysa gecenin inişi. Yavaş yavaş, usul usul ve sessizce… Mor bulutların üstünde melekler ellerinde aşk taneleriyle bekleşirken ve kızıllıyla âlem beyazlığa söz vermişken yeniden karanlıklara gömüldü hanem… Rüzgâr öpecekken sevdalıların elerinden ve yağmur uzatmışken başını ahmakıslatanlara, yeniden bir kuruluğa hapsolur viranem…

Git şimdi. Ben göç yükünü sardım yalnızlığın. Akarken ıslak bir hüzün içten içe, tuzlu bir sevdanın hanesine uğradı gözlerim. Kapıları açan olmadı, terk edilmiş bir yuva ve uçan kuştan haber bekleyen bir ocak yakmıştı benden önce uğrayanlar. Bir hasret ateşinin başına bağdaş kurup oturup yalnızlığın hüznüyle eşeledim ateşleri. Üstünde közledim ellerimden dökülen yalnızlığın soğuk sessizliğini.

Ebruli bir hüzün ve yemyeşil bir sevda büyüttüm bir başıma. Habersiz olsun istedim. Kimseler bilmesin istedim ocakta pişen aşkın tadını. Kokusunu zapt edemedim oysa. Göç yoluna çıktı sevdamın iki kanatlı kokusu. Yayıldı iradesiz ve benden habersiz. Engelleyemedim. Kokusunu duymayan kalmadı eşeledikçe ve sustukça ben. Herkes halimi sordu sen benim hallim için ferman vermişken. Zaten senin için pişen aşk, senden yana meyletti istemsiz. Ben büyüttüm, yeşerttim ve tam meyveye duracakken dallar, hiç erinmeden uzandı eller çiçeklerime. Kırıldı ya dallarım, ses edemedim.

Ses edemedim ve kaybettim.

14 Eylül 2008 Pazar

Beytü'l Ahzân




Sultanım! Bilir misin Yâkub’u? Kenân ilinde Yusuf için ağlardı. Âsumana dikip de gözlerini, çâh-ı Yusuf’tan haber sorardı. Yâkub’u bilir misin Sultanım? Yusuf’un firkatiyle kevkeblere dertlerini yanardı. Öyle bir ağlayış görmüş müydü âlem, öyle bir ağlayışa tanık mıydı sema? Fasl-ı baharı beklerdi Yâkub’un gözleri. Yusuf’una Kâ’be kavseyn olmadıkça, durur muydu Yâkub’un yaslı gözleri! Öyle bir “âh” ederdi ki Yâkub, erguvanlar solup kapaklanırdı yere. Derdine her kim varsa âşinâ, dayanamaz oldu gönülleri ve katlanamaz oldu yürekleri. Yâkub’un iniltisine dayanamadı ashâb-ı Yâkub ve dayanamadı Yâkub’un gözleri ve Yâkub, dayanmadı iniltisine dayanamayanlara.

Karanlık bir geceydi, gökte ışık yoktu Yusuf’tan başka. Bilir misin Sultanım ne yaptılar Yâkub’a? Kendi hanesinden çıkardılar da Yâkub’u, götürüp kapattılar Külbe-i Ahzânına.

“Beyt’ül Ahzen” dedi Yâkub, “Hüzünler Evi” “Mevlâ’dan başka duyan olmaz artık sesimi” Öyle ağladı ki baharı Yusuf için, gökten ebabiller gelip dağladı Yâkub’un gözlerini.

“Yetiş Sultanım!” demek hayâdır bize. Ebabiller dönerken gökyüzünde hanemiz hüzündür şimdi bize. Nöbette değildir Yâkub’un gözleri. Nöbet bize geçmiştir ezelde yazılan taktirle. Yusuf’umuz için gözyaşı dökeriz Hüzünler Evi’nde. Sen bekle sultanım. Elbet yazılmışsa ezelde, Yusuf’umuzdan bize de bir gömlek getiren bulunur. Sen bekle sultanım kendi hanende. Yazılmış varsa ezelde, elbet Yusuf’umuza sultanlık vardır bizim indimizde. Züleyha’lar da gelse, Leyla’lar da dönse, Yusuf, yine bildik Yusuf’tur gönlümüzde. Hüzünler Evi’ne yakışmaz Yusufsuz ağlayışlar ve yakışmaz ebabillere gözleri Yusufsuz dağlayışlar. Bekle Sultanım… Sen bekle. Vakt erişir yazılmışsa ezelde…

12 Eylül 2008 Cuma

Yanarken Bitmek...





Bir gelişle geldin. Öyle bir gelişti ki bu, Hızır’ın İlyas’la buluşması gibi… Hazanın bahara dönüşmesi gibi… Kuşların göç yolunu değiştirmesi gibi… Bir gelişle geldin ve adına “Bahar” dedim kimseler bilmeden. Onlar bahara “Hıdırellez” dediler, senin gelişlerini bilmeden. Onlar bahara “Hıdırellez” dediler Hızır’la İlyas’ın kavuşmasını bilmeden. Her şey bilmeden oldu sevgili. Sen öyle bir gelişle geldin ki âlemde benden başkası bi-haberdi gelişinden.

Yûşâ’yı bilirsin. Yedi tepe İstanbul’da medfun bir peygamber. Onun Süleyman’la buluşmasını da bilmez, her şeyi bildik geçinen bi-aşk-ı sefineler. Yâkub’u da bilirsin sevgili. Yusuf’la buluşmasını hani… Saatlerce birbirlerine sarılarak ağlaşmalarını ve toprak üzerinde yuvarlanıp durmalarını. Eyyûb’ü de duymuşsundur sevgili. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Sultân-ı Levlâk’ın ev sahibi hani… Mevlânâ ve Şems’i de bilirsin sevgili. Güneş ve ay gibi birbirlerinin çevrelerinde dönüşlerini…

Bir gelişle geldin. Öyle bir gelişti ki bu sevgili, yaktı kül, yaktı kûl eyledi beni. Sen bilmedin sevgili tıpkı gelişini benden başka kimsenin bilmeyişi gibi.

Yûşâ’yı hapsettik bir tepede, Mevlânâ’yı devirde bıraktık, Süleymân’a yedi sütûn ve Eyyûb’e iki koca çınar diktik. Gerdanlara gamzeler kondurduk, dişler biledik surlarda. Hâmuş’a bir sükût ve engizisyonlar kurduk Galata’da. Yandık, tutuştuk, geldik. Kim olursak olalım dedik, döndük, yolundan döndürdük ve sustuk. Bir susuşla sustuk Sevgili. Katmerli âhlar gönderdik, lanetler okuduk bilmeden. Pişman olduk, sözümüzden döndük. Döndük, durmadan döndük. Birken beş olduk, beşi bıraktık üçte karar koduk. Yine sustuk.

Yûşâlar hapis kaldı tepede sevgili. Kimseler bilmedi Sülaymân’ın onu ara ara ziyarete gelişini. Mevlânâ devirdedir sevgili. Kimseler bilmedi Şems için güneşin çevresinde gezindiğini. Eyyûb’ün çınarları pâktır Sevgili. Kimse bilmedi Sultân-ı Levlâk’ın onlara su verişini. İlyas’ı herkes unuttu sevgili, kimseler bilmedi Hızır’ın tekrar tekrar dirilip İlyas’la söz kesişini.

Yandım sevgili! Bir yanışla yandım tıpkı senin bir gelişle gelişin gibi. Yandım sevgili! Kimseler bilmedi yanışımı tıpkı senin bana gelişini kimselerin bilmeyişi gibi. Tutuştum Sevgili! Kimseler bilmedi sana beslediğim bitişlerimi. Bittim Sevgili! Sevgili bittim. Bitir bitişlerimi. Sevgili! Bitir bitişlerimi.

11 Eylül 2008 Perşembe

Dîde-i Giryân...



“Sırrını âşık olan şöyle nihân etsin kim
Duymasın ağladığın dîde-i giryân bile”
(Riyâzî)


Yâ Rab! Gönül yurduna düşürdüğün kuldan hesap sorar mısın? Gönlü yıkıp virân eden yârdan hesap sorar mısın? Adı düşünce dilimize tınlayan telden, gözden düşen renksiz selden hesap sorar mısın? Senden çok onu hayaline el açıp yalvardık; kul olduk, köle olduk, Kâ’be bilip tavaf kıldık. Yâ Rab! Bu âşık kuldan hesap sorar mısın? Tuzlu sağanaklar günahımıza kefaret olmaz bilirim. Eksiklerimizi eksik tartmaz senin terazin ve noksanlarımızı noksan tart diye değildir yakarışlarımız.

Ağlıyorum şimdi. Kulun Âdem’in yasak meyveden yemesi gibi ve istemese de cennetinden sürgün edilmesi gibi… Sırrımı âşikâr edemem senden başkasına. Öyle bir kilitle, öyle bir mühürle kapattın ki kapılarımı, gözyaşlarım bile ağlayışımdan bî-haber. Ağlıyorum şimdi. Kulun Nuh’un evlatlarına tufanı verdiğin gibi… Denizlerin en dipsiz yerlerine gömdüm sevdamın ismini ki kulun Yunus’un balık karnında beklemesi gibi… Ağlıyorum şimdi. Kulun Eyyüb’e verdiğin sabır gibi… Küçük kurtları koyuyorum sevdamın üstüne ki âşikâr olmasın sevgilinin yaraları kendi gözlerim gibi… Ağlıyorum ya İlahi! Kulun İsmail’e verdiğin boyun eğiş gibi… Sana uzatıyorum boynumu gökten Cebrail’in koç taşıması gibi… Ağlıyorum şimdi, ta ki al beni uykumda ve yeni baştan yaz defterimi.

Ezelde ruhuma merhaba diyen çeşm-i yâr, öyle bir işledi ki bedenime… Emret kalemine. Gezinsin yine muhafaza edilmiş levhin üstünde. Yeni baştan yazılsın isimler ve cisimler. Yorgun düştü cancağızım darbelerden. Sırta yenilen hançerlerden yorgun düştü gönlüm. Söyleyiver de kalemine hançerler girmesin artık yüreciğime.

Tuzlu sağanaklar günahımıza kefaret olmaz bilirim. Eksiklerimizi eksik tartmaz senin terazin ve noksanlarımızı noksan tart diye değildir yanışlarımız. Dide-i giryânımızdan saklarız dide-i giryânımızı ve yalnızca sana açarız kaleminin levhe yazdığı âşikâr sevdamızı.

10 Eylül 2008 Çarşamba

ile'l husran


MusicPlaylist

Eyvââââhhh!

“Gittin, dünya bir kafes, deva mahpus, söz ketum
Gittin, çekildi suyu can nehrinin, kaldı kum.”


“Bugün hüznün hayale kuyu kazdığı gündür
Bugün kederden sabrın bile bezdiği gündür”

Sana dair ilk çiziklerimdi bunlar. Kudurmuş bir fırtınanın önüne kattığım sözcüklerin dalga dalga yayıldığı sevdalardı bunlar. Kapat gözlerini sevgili ve bir balkon düşle. Henüz şiddeti artmayan bir sevda rüzgârının önünde ve dumanı üstünde bir demlik çay… Şöyle sesleniyordu gözlerinin karasına bakarak:

“Kaderleri ‘kef’ ile yazılanlar ve ‘şın’ın noktalarında aşk’ı sonsuz sananlar… Ulaştıkça ulaşılmaz olanlar ve hayal ettikçe hayallerden kaçanlar… Hatırımıza düştün, düşlerin uğultusundan kaçarken. Gölgelerin üzerine evrenin güneşi doğarken gönlümüze düştün. Mahrem yerlerden secdegâha kadar özüne düştük. Gönlüne düşür bizi. Kaderimiz ‘kef’ ile yazılmışken, yüzden gülümsemeler ayyuka çıkmışken, martılara çığlık kalmadan ve semazenler semalara doymadan ‘Tez gel.’ dedik, işit bizi. Sırlı kalmış bir gülümsemenin ardından, çiçeklere toz konmadan gel. Rahmetin bozkırları susuz kalmadan, gönüllere taştan duvar oyulmadan ve rüyalara gem vurulmadan ‘Tez gel.’ dedik, duy bizi. Geç kalınmış aylara ve yıllara, zamandan ve mekândan münezzeh olanla, el açıp yalvarana ve gözlerden su akıtanlara, kalabalıklarda yalnızlığımızı paylaşana ‘Tez gel.’ dedik, hatırla bizi. Gözleriyle ruhumuza ruh akıtana, sözleriyle sözümüze söz katana, duaların ardından ismi anılana ve yaşam yolunda yanımızda kalana ‘Tez gel.’ dedik, uyandır bizi. Kaderimizi ‘kef’ten kurtarana, ‘şın’ın noktasında aşkı sonsuz kılana, ruhumu ezelde esir alana, yani sana, yani sultana ve sahtenin içinde hakikât olana ‘Tez gel.’ dedik, sevindir bizi.”

Sana dair ilk çiziklerimdi bunlar ve bil ki son olmayacak sevgili. Eyvâh ki bu satırları yazarken ben, sen yazılmış olandın bana. Eyvâh ki ilk kez okurken bu satırları sen, gülümseyenimdin bana.

Bu gün, ışıkların siyah olduğu gündür Efendim. Bu gün, gözlerin siyah, sözlerin siyah ve içimde yanan közlerin siyah olduğu gündür. Güneş siyah, yer siyah, gök siyah ve matemim siyahtır bu gün. Bu gün ney’in siyah ağladığı, kanun’un siyah sızladığı ve rüzgârın siyah vızladığı gündür bu gün. El siyah, kol siyah ve mühürlediğin dil siyahtır bu gün. Bu gün yolların siyaha çıktığı, kuşların siyaha uçtuğu ve canımın siyaha konduğu gündür bu gün. Sen, nûr-u siyah nedir, bilir misin gülüm? Nurun siyaha boyandığı gündür bu gün.

“Bugün bir kelebeği dağın ezdiği gündür
Bugün kalemin ‘eyvâh’ diye yazdığı gündür”

Eyvâââââhhh! Bu gün “Âh”ların bile siyaha boyandığı gündür.

9 Eylül 2008 Salı

Gölgelere Karışmak



Gölgelerin içindeyim, başım önümde. Huzurunda bir bendeyim Efendim. Işıklar inerken gecenin karasından bedenim üzerine, ölümü paylaştırmak için sana yolladığım sevdalarımı bekliyorum. Bir rebabın selinde vahalara salınmış ahular gibi mestâne… Şehlâ rüyaların arkasına saklanmış bengisu özlemleriyle ateş taşıyan sözcükler tutuyorum önümde. Hüsn-ü Yusuf’tur rüyalarımda gördüğüm Efendim, sulusepken bir matemin kararan sinesinde. İpekten dokunmuş sesindir dinleyemediğim son şarkının son notası. Sadağında sevda yığınlarıyla gri bulutlara yağdırdığın ses, senin midir Efendim?

Çıkar siyahlarımı, bürün beyazlarına. Sesime ses ver ey tennurelerin beklediği sevgili. Âlem doğarken karanlıkların beşiğinden, karalara saldığın bahtımı aydınlat da gel. Buhurların dumanında burnuma sevdadan bir nebze şifayla gel. Üveys gibi geri dönmek için değil, Karan topraklarından aşkımı çoğaltmak için gel.
Çıkar siyahlarımı Efendim. Hasret kaldım gülüşlerine. Bir hazanın son demlerinde baharımla gel. Gölgelere büründüm Efendim. Sadağına azıcık aşkından ışık kat da gel.


8 Eylül 2008 Pazartesi

Şems ve Pervâne



“Kimsesiz hiç kimse yok her kimsenin var kimsesi
Kimsesiz kaldım yetiş ey kimsesizler kimsesizi.”

Kimsesizliğimin ağıtları dökülüyor satırlarıma. Akşamın alacasına uzanan bir ruh sarmaşık çiçekleri gibi sarıyor benzimin sarılığını. Sarıyla kırmızının ortasında sökün ediyor kızıllıklar. Yalnızlığımın gül bahçelerinden goncalar göç ediyor baharın çiçek açtığı bilinmedik zamanlara. Susuz kalmış bir çiçek gibi boynunu büküyor bülbül, gülden mahrum…

Gülistana buyur edilen efendiler de güller gibi terk-i diyar eyliyor yalnızlıklara salınmış eski zaman bülbüllerini. Mahur bir bestenin tam hitâmında gülüşlerle bezenirken âlem, gülüşler olmayınca sessizliklere râm oluveriyor mekân. Yıldızlar şimşek şimşek çakmayı bırakıyor ve ay aşk elemekten vazgeçiyor gecenin sükûtunda.

Terk edilişin geçit resmidir bu tablo. Önce güneş alır sıcaklığını senden. Kendini gizler zaman bir gri bulutun ardına. Çiçekler nasibini alamaz aşktan ve bükülür boyunlar. Sular da küser ardı sıra nöbette bekleyen sevdaya rağmen. Hazan mevsimi çöker gül ve bülbül üstüne. Cennet emsali bahçeler kabristana döner gecenin hiç bitmeyen mateminde.

Çok muydu bir gülüş sevgili! Bir gülümseme çok mu görülmüştür bize. Çiçeklerin boynuna asılan hasret mevsimden değildir sadece. Sararıp solmuş ve dalından kopmuş, savrulmuş yaprakların nedeni mevsim değildir sadece. Mevsimden ziyade olanlar vardır elbet bu mevsimde bilinmese de.

Eski kırmızılığını yitirmiş bir gülün ağıtıdır bu çizikler. Susuz kalmış bir sevdanın çatlamış toprakları doyurmak için göğe kollarını açışıdır bu sözcükler. Bir bahçe bıraktın giderken harap ve türap… Gökten yağmur bekler gibi bekliyoruz gülümsemeni. Dört yaşında bir çocuğun babasının yolunu bekleyişi gibi bekliyoruz bitmeyen gelmelerini. Kabına sığmayan bir dervişin ağıtlarıyla, Mevlânâ’nın Şems’e yol buluşlarıyla bekliyoruz sevmeleri. Yunus’un Emre’si gibi, tennurelerin dervişleri beklemesi ve semanın aşk’a yol buluşu gibi bekliyoruz gelmeni. Şems'in pervâneyi yakmak için bekleyişi gibi yakışın için bekliyoruz gelmeni.

Kimsesiz kimse yoktur elbet bu âlemde, herkesin kimse olacak bir kimsesi bulunur zahir. Bizim kimsemiz sensin sevgili. Bekletme artık kimsesiz kalmış kimseni.

7 Eylül 2008 Pazar

YUNUS...



“Gittin ammâ ki kodun hasret-i cânı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile”


Neşâtî dilinde dile geldi gönlüm bu gece. Gidişin geldi gözlerimin önüne. Gittin… Gidişlerin ıslak yokuşunda çamur deryasında bıraktın beni. Dizlerime kadar keder, gönlüme kadar hasrete gömdün beni. Canımı bir hasrete mahkûm ederek ve beni benimle bir başıma yalnızlığa hapsederek gittin. Canımın hasretini nöbet diye diktim gecelerin ayazına. Bir sigara bile vermeden, bir sıcak gülüş bile göndermeden karlar içine yatırdım sevdamın rengini. Kendi kokusunu, kendi dokusunu muhafaza etsin diye beklettim düşlerimin içinde sevdamın selini. Gittin… Dönüşsüz bir yoldan, çizgisiz bir sona gittin. Hıçkırıklarla şekillenmiş bir gecenin gündüzüne gözyaşı bırakmadan gittin. Hiçbir şeyi istemez şimdi ve bundan sonra bu gönül. Hiç kimseleri istemez. “Âh gönül, vâh gönül, eyvâh bu gönül.”

Sabahları bir umutla kaldırıyorum başımı penceremin pervazlarına. “hûû hûû”lara karışıp gelen güvercinlerimin arasında seni arıyor gözlerim. Yalnızlığın yanıksı kokusu dolarken odama, bir mumun küçük alevine sarıyorum senin hasretini. Bir pervâne misali, bir küçük ateşböceği… Bir günlük yaşam, bir günlük uçuş için nice zahmetlere katlanan küçük tırtıllar gibi…

Yunus önümde yine… Bir elinde bohça ötekinde balta… “Sefer vaktidir yine.” diyor tahtadan oyulma gözleriyle. Emre’sini aramaya gidiyor Yunus, ona yasladığım üstü tuğralı bir ney eşliğinde. Ne farkları var ki birbirlerinden! Biri Emre’sinden uzak öteki kamışlığından… Tek farkları bekleyenle beklenenin o ince çizgi üzerinde birbirine karışması gibi. Kamışlıkta üstü tuğralı neyimi bekleyen yok elbet; ama Emre Yunus’unu dört gözle bekliyor bilinmedik şehirlerin bilinmedik ve adı konulmadık sokaklarında. Emre’si Yunus’unu bekliyor; ta ki alıp bohçasını eline, gelsin diye.

Gel artık Yunus diye yaşattığım ve bir derviş misali sevdasını yollara, saba rüzgârlarına saldığım. Seni göremeyen gözlerime kadar gömüldüm karanlıklara. Gitme diyemedim sen giderken bilmediğim bilinmezlikler. İşte şimdi söylüyorum Yunus diye yaşattığım. Gitme…

İki Küçük Değnek...



"İki küçük değneğiz biz
Kimimiz alüminyum kimimiz demir"




Erte… Hayali bir sözcük gibi… Sanki yokmuş da sözlükten şimdi fırlamış gibi… “Ertelemek” şimdi yapılan iş… Pişmanlıklara atılan ilk adım ve geç kalınmışlıklara, hatta hiç yaşanmamışlıklara… "Erte" O yüzden hayali bir sözcük ya!

Erteleyelim her şeyi. Bırakalım beklesin tutsak sevdalar. Koyup sandıklara dantel dantel işleyelim ertelerimizi. Analarımızın kanaviçeleriyle bezeyelim, ninelerimizden sarı sandık lekeleri sürelim, hatta üzerine ayrılık kokulu sarı sardunyalar ekleyelim.

Erteleyelim her şeyi. Umutları erteleyelim. Zamanı gömelim sözlüklere ertelerin yerine. Hiç yaşanmayan ân-ı saadeti gömelim, ertesi güne, ertesi haftaya ya da ertesi yıla. Hatta erteleyelim ertelerimizi ertesi yaşamlara.

Erte… Sözcük bize ait… İster koyalım sözlükte kalsın, ister sandıklarda saklansın.

Her şeyi erteliyoruz durmadan. İçimizden kopup gelen titrek umutları bile. Bu kez erteleri erteye bırakalım şu mübarek günlerde. Bir kez olsun ses verelim bizden ses bekleyenlere. Bir kez olsun el verelim elden geldiğince bizden umutla el bekleyenlere. Bu kez erteler olmasın yaşamımızda. Çorbada tuz misali, yaşamın küçücük bir anında bir gülümseme misali.

Denizin enginliğinde bitmesin umutlar. Bir değnek, bir sandalye yapmasın bizim yapmamız gerekeni. İki değnek, dört tekerlek bizden daha mı insan! Biz de yok da iki değnek, dört tekerlekte mi saklı vicdan?
Kampanyaya destek verenler:
Hesap Numarası ve Bilgi İçin:

6 Eylül 2008 Cumartesi

Yasak Kitap






Yasaklanmış bir kitap var ellerimde. İçinde yazılan her şey müstehcen. Karalanmış ve karalara bırakılmış hatta yakılmış ve uzaklara fırlatılmış, korkulmuş içindeki kırmızılıktan, ters yüz edilmiş, gerisin geri çevrilmiş, giyotinlere mahkûm edilip Yedikule'de yedi ahret yılı tutsak edilmiş...


Ayıplanmış bir yaşam var ellerimde. Yaşanılmış her şey günah... Çizilmiş, yırtılmış ve işkence görmüş hatta tekme tokat dayaklara gelmiş, gözlerine mil çekilip satırların ve pırangalara vurulmuş sayfaların ardına eksik kalan yarım yamalak bir yaşam...


Günahkâr bir ruh büyür cismimde. Elinden ayağından dökülenlerden tiksinilmiş ve hüzzam nağmelerinde seherlere salınmış, bir can selinde Azâzil eline bırakılmış, mengenelerle sıkılmış hissi ve hayali, suya salınmış düşleri ve melâli...


Zavallı bir kuş çırpınır içimde. Dışlanmış, yalnız bırakılmış, hep ayıplara yafta yapılmış, tek kanadından bağlanıp canice bir amansız rüzgârın seline bırakılmış...


O kuşu beklemesin kimse. Azâzil'den kaçıp Azrâil'e yakalanır. Ten kafesinden tek kanatla uçup hayal ülkesinde yaşattığı ankasına ulaşır.


Yasak kitaplar sen istesen de yaşamımızdan eksik olmaz efendim! Savruluyoruz satırların arasında istemsizce. Arınmalar, yaşama yeni baştan başlamalar yasak bize. Yasak bize yaşamak ve elbet yasak bize nefes almak. Yazılan günceleri boğmak lazım sularda. Satırlardan yazıların uçup gidişini izlemek lazım, ancak bu yaraşır bize. Su da dönüyor tıpkı âlem gibi. Suya saldığın düşlerin ve suda boğduğun güncelerin gibi. Sen sil istediğin kadar. Onlar bir yağmur damlasıyla yeniden kavuşur toprağına. Sen sil efendim! Silmeler yaraşır ya zaten bize. Geldiğimiz yere dönmeler yaraşır. Sevmeler yaraşmaz bize. Yasak kitaplar tutarız çünkü ellerimizde.

5 Eylül 2008 Cuma

Şehîd'ül Aşk...



“Öldüğümde kabrime hâzâ şehid’ül aşk yaz.”
(Tahir)


Uykuyla uyanıklığın arasında teşrif eder gülüşlerin. Gül bahçelerinin renginden sağanak sağanak sevda yağar uykularıma. Hayal âlemimde yeşerttiğim gülistânıma buyur ederim efendimi. Bülbüller yine feryattadır sevdanın kırmızı kokusuna ve ay aşkımın izini sürer gül yapraklarının arasında. Yumarım gözlerimi bir daha açmamacasına ve sultanımın ellerine sürerim ayın şavkında gülümseyen yüzümü. Dünyanın ezâsına ve cefâsına bir misk sunulur sultanımın ellerinden. Sancıları tükenir ruhun, ayak diremeden öpüşler dökülür kara gözlerinden. El ele, göz göze, gönül gönüle dolaşılır cennet emsâli bahçelerde. Kapıları sonuna kadar açıktır sevdanın ve sevdalımın dili hürmetine. “Uyku, ölümün küçük kardeşidir.” derler oysa. Elbet her uyuyuşumuzla tadarız ölümün bir çentiğinden. Sorgusuz sualsiz bir ölüm olmadan diriliriz yine sabahın sabalarına gecenin enginliğinden.

Efendim!

Sana dokunamadım henüz. Dokunmadın bana. Bezm-i Elest’te verdiğim sözü tutamadım henüz. Verilmişse tutulacaktır elbet; ama verilmemişse söz sakıt olmuştur dilimden. Gözlerinin belâ’sı ve belî’si her gece benimle… Zihnimde yeşerttiğin bu sevdayı henüz ekemedim toprağıma, henüz bu sevdayı sulayamadım gözyaşlarım dışında. Kurumazsa sevdan, kurutmazsam sevdanı bil ki emrine her daim âmâdedir gedân.

Şimdi geceme bir söz daha düştü senden: “İyi geceler.” Geceme geleceğini bildiğimden ve gecene geleceğimi bildiğinden…

Efendim!

Sana gelemedim henüz, gelmiş olsam da kapına. Bir gülüş eksik kaldı ya dudaklarımda ve bir öpüş… Milyon yıllar önce verilmiş bir söz uğruna bekliyorum hâlâ gülüşlerini ve gelişlerini. Ölümün küçük kardeşinin koynunda da vukû bulsa kavuşmalar, ben beklerim verilen sözler hatrına.

“Uyku, ölümün küçük kardeşidir.” Ölüyorum şimdi. Geceme gözlerinin karası ve sevdamın kırmızısıyla “Hâzâ şehid’ül aşk.” yaz.




3 Eylül 2008 Çarşamba

Belâ-Belî



“Sufî mecaz anladı yâre mahabbetim
Âlemde kimse bilmedi gitti hakikâtim”


Belâlar yağıyor gözlerime gecenin karasından. Yıldız yıldız şimşekler çakıyor zihnimin bilinmedik en mahrem yerlerine. “Canıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr.” diyor Ahmet Paşa, paşalıktan sıyrılıp yâre kul olmuş haliyle.

Ezelde canıma “Merhaba” sunan yâr çıktı karşıma sağanak bir maviliğin tam da altında. Bilmem kaç milyon yıllık bir yoldan gelip buldu beni. “Nasıl buldun?” diyemedi dilsiz dillerim. Göz, gözlerin içinde hem-dem olunanı aradı, aradı ve yine aradı; nafile. “Beni anımsadın mı?” dedi gülümserken. “Hayır.” diyebildim. Güldü, bir asır güldü. Sustum, bir asır sustum. “Elest Meclisi’nden.” deyip yumdu gözlerini. Bir asır yumdu gözlerini, yumdum bir asır gözlerimi. Asırları kovaladım gerisin geri, ters yüz edilmiş adımsızlıklarımla. Kapandı yollarım, geçit bulamadım karanlıkların arasında. Meclisler kapandı bana, kapalı bir çift gözün sahibini anımsayamadım. Açtım gözlerimi, açtı gözlerini. “Geçit bulamadın.” dedi gülümserken. “Bulamadım.” dedim. “Tut ellerimi sevgili! Kapanmış yolları birlikte açalım, meclislere varıp verdiğimiz sözleri anımsayalım.”

Yumdum gözlerimi ve tuttum içim titrerken Mecnûn’un ellerini. Karanlık bir koridorun sonunda açtım gözlerimi ellerini tutarken sevdanın. Şeffaf bir âlemde, şeffaf bir topluluk içinde buldum sevdanın rengini. Kimsenin olmadığı yerde herkes vardı ve sevdanın rengi yanı başımdaydı. Seslerin olmadığı mekânda bir ses çınladı olmayan kulaklarımıza: “Elestü bi rabbiküm?” “Belâ!” Açtım gözümü, yanımda sevda. İsmi Mecnûn ya da Leylâ.

“Şimdi anımsadın mı beni?” dedi, “Evet” diyebildim. “Ben ezelde sana yazılanım, beni kabul eder misin?” Sessizlik uzadı seslerin yok oluşunda. Karanlıkların ışığa ulaştığı noktalarda, gözler hükmünü sürdü sevdanın; ama bir nafile uğraş daha… “Hayır” dedim.

Yumdu gözlerini, yumdum gözlerimi sevdanın eli ellerimde. Bir levha önünde döküldü satırlar ellerime. “Bak!” dedi. "Adlarımız yan yana. Sen bana yazılansın, ben de sana…”

Canıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr. Şimdi belâlar yağdırıyor gecenin karasından gözlerime. “Yazılmışımı bana ver.” diye nidâ ediyor sevdanın sesi. “Yazılmışını al ve yazılanımı bana ver.” Bir çıkış yolu bulamıyor ruhum sağanak karanlıkların mateminde.

Yumuyorum şimdi gözlerimi. Leylâ yanımda ya da Mecnûn… Sevdanın gözleri gözlerimde ve elleri ellerimde… “Elest Meclisi’nde bu sözü sana ben mi verdim?” diye soruyorum, onaylıyor başıyla. “Nasıl belâ diyerek söz verdinse Rabbimize, o da bizi bize şahit tuttu. O da bize şahit oldu tıpkı birbirimize şahit oluşumuz gibi. Âlemlerin sahibinin kalem’i seni ve beni Levh-i Mahfûz’a birlikte yazdı. Tut sözünü ve bırakma ellerimi.”

Açıyorum gözlerimi ve belâ yağmaya devam ediyor gecenin karasından gözlerime. Kara gözlerden aşk damlıyor gecenin karasına ve ay, aşk damıtıyor verilen sözlerin geç kalınmış sükûtuna.

Ezelde bir merhaba sunan çeşm-i yâr’a bir merhaba da ben sunuyorum ve hâlâ belâlar yağıyor gecenin karanlığına.

2 Eylül 2008 Salı

Âh mine'l aşk...


“Önce, aşk vardı. Gökler kat kat kurulmamış, yeryüzü kadem kadem örülmemişken aşk vardı. Ay geceye saklanmadan ve gölge güneşe nikâhlanmadan aşk vardı. Kaderi heceleyen mühürlü defterden ve üzerine ant içilen kalemden önceydi O. Önce yoktu ve aşk vardı.”


Sessizliğin sesinin hüküm sürdüğü bir sessizlikteydi o ses: “KÜN!” dedi âlemlerin sahibi. Kendi zâtından bir cevher… Mayasına aşk konulan Nûr-u Muhammedi’den önceydi. Önce yoktu ve aşk vardı. Nihayet âşıklar geldi bir bir âleme:


“Âşıklar vardı… Hamken yanan, piştikçe olan âşıklar… Onlar kan ve gözyaşıyla boğulmuş bir coğrafyanın tam ortasındaki rahmet yapısı; yalnız Mecûsî ve putperestlerin değil, bin kez dahi tövbe bozanların açık kapısıydılar. Baktıklarında aşk’ı görür, kalktıklarında aşk’a yürürlerdi…Âşıklar vardı… Dünya hayatını anlık ve aşk’a kulluğu sultanlık bilen âşıklar… Lütfunda olduğu gibi kahrında da aşk’ı sezen ve nefislerini halkın eliyle ezen âşıklar… Âşıklar vardı; asasını fersahlarca ötelere atan ve uzak iklimleri vatan yapan âşıklar…”


Ömür Ceylan böyle anlatmıştı aşkı “Önce Aşk Vardı” adlı yapıtında. Bir zaman makinesinden gözgülerle ve âyinelerle nazar etmişti yaşamın mayası olan aşka. Aşkın çöllerinden geçerken Mecnun’a, sevda dağlarını aşarken Ferhat’a, muhabbet kuyularında su ararken Yusuf’a uğramıştı.Aşkımız layık değildir onların aşkına. Emre dilinde bir sevdadır bizimki de. Aşkı tarife kalkışmak haddimiz değildir elbet; ama bizim de sevdiğimize nutkumuz vardır onların diliyle. Her zaman dediğimiz gibidir yine diyeceklerimiz onun diliyle. Söz bizden, ilham kendisindendir. O Sultana arzımız vardır:


Sultanım!


Gözünden süzülen bir damla yaşa güzellemedir bu. Ayın şavkı vururken sevdamın üstüne, zümrüt yeşili yalımlardan yeniden damıt aşkımı. Dünya sürekli aşk derlerken ve mevsimler heyecanla aşka ilerlerken büyüt aşkımı. İsrafil suruna üflemeden ve toprak bedenimizi çürütmeden besle aşkımı.


Uzaktasın şimdi. Uzaklıkların uzak olamayacağı kadar uzakta… Canıma can katan bir sevdanın sıcaklığına yanacak ve gönlümü kor gibi yakacak gözlerine bakacak kadar uzakta… Mahzunluğumu duyurmayacak ve gözyaşlarımı huzuruna sunamayacak kadar uzakta… Sesine vabeste bir sevdanın selinde yoluna baş koyacak kadar uzakta… Sesin, Davud’un kuşları başına toplayan sesi; nefesin Meryemoğlu İsa’nın yarasaya can veren nefesi gibidir bizim için. Toprak seni hikâyet eder bize. Ateş yanışımıza, su ağlayışımıza, hava sana soluk alışımıza şahittir.Şahit ol ey sevdaların gerçek sahibi! Sevdiğimizi senin için severiz biz. Senin huzurunda, senin zatından kopup gelen bir sevdayı severiz biz.Şahit ol ey aşkların gerçek sahibi! İbrahimî bir ateşle yanarak ve Musa misali denizleri yararak sevdalımıza koşarız biz. Maddeden ibaret bir dünyada mananın sonsuzluğuna ererek aşkı besleriz biz.


Sevgili! Bekliyorum şimdi seni.Dualar ve âminlerle bekliyorum seni. Hazanın değdiği bir çiçeğin yaprağında... Düşlerin tam ortasında, uyku ve uyanıklık arasında…


Sevgili! Aç gözlerini. Bekliyorum şimdi seni… Nuh tufanından önceydi, Öncelere açılmıştı gözler. Zaman, Nuh’un gemisindeydi; henüz yarılmamıştı gökler. Sağanaklara karışıp süzülürken ben, daha anlamlı değildi sözler. İsmail’e koç inmemişti ve Yusuf kuyuya düşmemişti.“Elestü” sorusuna muhatap olmadan kalem seni yazmıştı bile. Çizilmişti gözler kader denilen deftere. Musa’nın asası bölerken denizi, gözlerin sulbündeydi Musa’nın. Zülkarneyn’in elindeki kılıçta ve Süleyman’ın konuştuğu kuştaydı gözlerin. Yunus’un balıkta bulduğu, Eyüp’ün sabırda soluduğu, İsa’nın nefesindeydi gözlerin. Davut’un sesinde tılsımlı, Harun’un nefsinde sınırlı, Mısır çöllerinde saklıydı gözlerin. İsrafil’in sûrunda, Mikail’in nurunda, Cebrail’in kanadında, Azrail’in can hasadındaydı gözlerin. Gözlerin gözlerimdeydi sevgili… Yumma gözlerini.Sevgili! Bekliyorum şimdi seni. Zamandan ve mekândan münezzeh olanı şahit tutuyorum sevdama. Sevgili! Bekliyorum şimdi seni.


Bekliyorum Sevgili…

AŞK'A ŞİİR AŞK'A SEMA