21 Aralık 2009 Pazartesi

Etme



“Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme
Başka bir yâr, başka bir dosta meylediyorsun, etme”

Ettin Sevgili! Gidişinle mahvettin evrenimi. Ettin Sevgili! Tarumâr ettin gönül denen virâneyi. Tek bir gidişin, defalarca çarptı kalbimi. Ettin sevgili! Hâk ile yeksân ettin âlemi. Toprak kalmadı susuzluğuna çatlayacak ve su yok toprağın bağrında kimsesizliğime ağlayacak. Ateşi mi düşürdün kaderime? “Etme” sevgili! Hal mi kaldı kordan gönlüme, aşkının ateşinde kül olacak? Ettin sevgili! Terk ettin mülküne adanmış yüreciğimi.

“Ey ay felek harap olmuş, ziyan olmuş senin için
Bizi öyle harap, öyle ziyan ediyorsun, etme.”

Ettin Sevgili! Gidişinle harap ettin bendeni. Ettin Sevgili! Önce var ettin, sonra talan ettin şu bedeni. Bir gülüşün içindi var olmuşluğum. Ettin Sevgili! Gülüşünsüz karanlığa mahkûm ediverdin bu âvareyi. Sevgili! Yaktın ya beni. Yanışımdan ateş bile kalmadı hârını gönlüme saracak. Hâr kalmadı közlerin içinde sensizliğime yanacak. Ettin Sevgili! Yok ettin sevdaya saklanmış ömrün son matemini. Ettin Sevgili! Kahrettin gönlümdeki Kabe’yi.

“Ey makamı var ile yokun üstünde olan
Sen varlık sahasını terk ediyorsun etme”

Ettin Sevgili! Gidişinle yerle bir ettin sükûnetimi. Ettin Sevgili! Önce âşık ettin, sonra Mecnûn’a çeviriverdin ya beni. Cin kökünden türettim ismimi ve Leyla’ya saldım çöllerde bulduğum mâtemimi. Ettin Sevgili! Yokluğunu varlığına üstün ettin ve “Etme” desem de ettin Sevgili. Ruhumu kabzettin Azrail gibi. “Etme” sevgili! Âlem-i emr hakkına ziyan etme bîçâreni.

“Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Sen ayın da evini yıkmayı kast ediyorsun, etme”

Ettin sevgili! Canıma kast ettin. Susuşunla emrettin dilime ve gidişinle pervane ettin dönüşlerine. “Etme” Sevgili! Yakıp kül, yakıp kul etme beni. “Etme” sevgili! Terk edişinle karartma güneşimi. Hani Şems Sevgili? O terk etti mi aşk denen kâşaneyi? “Etme”, etme Sevgili! Yıkma içimde var ettiğin aşk beldesini.

“Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen, hırsızlık ediyorsun, etme”

Ettin Sevgili! En büyük hırsızlığa değdi gözlerin. Çaldın, çırptın, yaktın, yıktın, savaşlar çıkardın belde-yi aşkta. Ettin sevgili! Türâb ettin can havliyle sana ıslanmış yangın yerini. “Etme” sevgili! Boynu bükük bırakma gülşenimde sen diye açan aşk güllerini. Gitme sevgili! Etme Sevgili! Terk etme bizi.

2 Kasım 2009 Pazartesi

Yoksun. Efendim.




Efendim!

Sana dair sözler dizdim, bir gül bahçesinin dikenleri içinde. Sana dair sözler derdim gül yapraklarının sen kokan kıvrımları içinde. Efendim! Bir güle âşıkken bülbül ve bülbül beklerken mâşukun nevbetini ben sevdanın bahçesine bile giremedim. Sen yoktun. Yaz güneşi gibi yaktın önce. Bir temmuz sıcağında, sadağına sevda doldurup da geldin. Vurdun beni bir saz semaisinde titreyen kanun telleri gibi. Vurdun beni, bir yağmurun tam ortasında gökleri yaran şimşek gibi. Sen yoktun. Bir gonca gül gibi kokunu duyurdun ve ardından vurdun beni.

Efendim!

Baharıma sakladığım gülüşlerimi çıkarmıştım senin için misk kokusuna sırlanan sandıklardan. Mühürleri kırıp gülüşlerinin mührünü vurmuştum bir fermanın hitâmına. Gidişinle gülüşlerime son verdin efendim. Sen yoktun ve vardın bensiz olan yerlerde. Sen vardın efendim benim hiç olmadığım aydınlık yerlerde.

Efendim!

Adım karanlık mıdır adına? Gülüşlerim ve gelişlerim yasak mıdır vuslatıma? Gidecektin madem, terk edecektin düşünmeden ve yıkacaktın duruşlarımı, mührü ters vuracaktın kaderime, niye geldin efendim?

Sen yoksun efendim. Hiç olmadığın kadar yoksun ve hep olduğun gibi yoksun damarlarımda. Yoksun efendim.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Değmeyin... Değmeyin...




“Feryâd ki feryâdıma imdâd edecek yok
Esûs ki gamdan beni âzâd edecek yok

Yâ Rab! Ne için zâr-ı Nigârı şu cihanda
Nâşâd edecek çoksa da dil-şâd edecek yok.”

(Nigâr Hanım)

Değmeyin efkârıma, hicranıma değmeyin. Değmeyin mihrabıma, sultanıma değmeyin. İsterse yakar ateşlerin içinde, hüsranıma değmeyin. Değmeyin fermanıma, padişahıma değmeyin.

Vurdular seni. Tam kalbime nişan alıp öylece toprağa serdiler seni. Kendi kanımla, kendi canımla beslediğim; bir nisan yağmurunun halvetiyle toprağımda su diye demlediğim; vurdular seni.

Vurdular seni, tam gönlüme nişan alıp vurdular seni. Zamanın ötesinden seslenişlerle sevdalarımı yollarına serdiğim ve bir mumun alevinde sabahımın ziyasını rüzgârına verdiğim, vurdular seni.

Değdiler sana ve vurdular seni. Adını andılar benden evvel. Adlarını andırdılar dillerine ve gözlerine yaşlar düşürdüler. Yaktılar seni. Hasrette bıraktılar ve bir uçurumun kenarına attılar seni. Değdiler sana, yüreğine dokundular benden evvel. Ateşin hârında kavurdular benliğini. Kırdılar ve yıldızsız bir semanın altında, saba rüzgârlarına saldılar seni.

Değdiler sana, gönlüne girdiler benden evvel. Şiirler söylettiler yüreciğine ve elem söylettiler dillerine. Üzdüler seni. Geceleri nöbette ve vuslatları hasrette koydular sen gözlerini yokuşlara dikmişken. Vurdular seni efendim. Benden evveldi vuruluşların. Değdiler sana efendim.

Şimdi ben değemiyorum sana. Sen onları unutmadan, ben kendimi anımsatamıyorum hasretlerimi yolladığım baharıma. Yollarından dönemiyorum efendim. Denizlerin kıyısına martı gibi vuruyorum kendimi. Bir dalganın köpüğünde bekletiyorum gözlerinin sitemini. Ketumluğunu özlüyorum efendim ve değemiyorum siyahına. Seslenemiyorum sana efendim. Ses edemiyorum ve karanlığa söz geçiremiyorum. Değdiler sana ve tam kalbime nişan alıp vurdular seni.

Şimdi bir feryâd vaktidir imdâdın olmasa bile.

Feryâd ki feryâdıma imdâd edecek yok, esûs ki beni gamdan âzâd edecek yok. Değmeyin efkârıma, değmeyin hazanıma ve değmeyin baharıma. Sen benim için hem efkârsın, hem hazan ve hem hüzün sevgili. Bir baharsın gelişinle ve hüzünsün terk edişinle. Sen cânıma cânsın efendim, bir gülümseyişinle.

Değmeyin hicrânıma, değmeyin sultanıma, mihrâbıma değmeyin. Suretiyle yakan, merhametiyle yaktıran padişahıma değmeyin.

Değmeyin feryâdıma, imdâd edecek ummanıma değmeyin.

8 Ekim 2009 Perşembe

Cansız Öyküler, Kalemsiz Şiirler...


Bırak dedin şiirleri, şiirleri bir kenara bırak. Bana zamanın ötesinden, evvelin evvelinden gelen seslerle öyküler anlat. Sana öyküler dizdim sevgili. Şairlerin müstesna beyitlerinde saklanan, sırra kadem basamadan ayyuka çıkan ve sevdalıların gönüllerinde sırlanmadan dillere düşen öyküler.

Bırak dedin şiirleri, bana kendini anlat. Bana bezm-i elestte alnına yazılan öykünü anlat. Sana öykümü dizdim sevgili. Kalemin levhte gezinirken çıkardığı sesler gibi. Muhafaza edilmiş bir levhanın son satırındaki son çizgiye konulan nokta gibi. Cebrail’in ilk vahyinden, İsrafil’in nefesinden, Mikail’in şiddetinden ve Azrail’in gözlerinden fışkıran alevler gibi. Sana kendimi anlatırken aslında sana seni anlattım sevgili. Varlığın tekillikten çoğulluğa bürünüşü gibi anlattım seni. Tek olandan çıkan ve benken biz olan sevdaları anlattım sevgili. Sevdaların alnında parlayan nurlardan ve cesetlere can veren ruhlardan bahsettim sevgili. Ateşi gül bahçesi yapan, denizleri yaran asalardan ve ölülere can veren dualardan bahisler açtım. Tufan’ın şiddetini sana sakladım tıpkı içimdeki evrenin aydınlığı gibi. Zamanı geri sardım sevgili. Bir kuyunun dibinde ebabil kuşlarını bekledim yalnız başıma. Ürkek bir ceylanın gönlü gibi düştüm bembeyaz gömleklerin yakasına. Mısır’a sultan olamadım sevgili. Sen yokken yoktu hiçbir şey ve sen varken ben var olmayı bilemedim sevgili.

Kays’ı Mecnun yapan, Ferhad’a dağları oyduran, Yusuf’a mührü vuran ve Süleyman’a şehirler kurduran bendim sevgili. Sultanlara bile söz geçirirken sana bir türlü sevdamı geçiremedim sevgili. Sen öyküler dinlemeye devam et Bariha’nın dilinde. Bir çölün mateminde sen kendi yasını tutmaya devam et. Beklemeye devam et sevgili. Artık öyküler cansız kaldı ve öykülere can veren beyitler kalemsiz kaldı.

Bırak dedin ya şiirleri, bana öyküler anlat dedin ya! Şimdi bırakıyorum her şeyi. Ben kendimi sende yitirmişken, ben kendimi biz diye söylemişken, olmayan benin öyküsünü nasıl anlatırım sevgili. Özgür bırak da beni, anlatılsın öykün. Şiirleri sustur ama bendeki kendini susturma sevgili. Sevgili..! Susturma kendini.

26 Eylül 2009 Cumartesi

Efendi kişi niyetine...




Uykuda bir Efendi…
Gülümseyişler uykuda.
Toprak altına çapraz sıralanmış
Çürümeye yüz tutmuş bir boşluğun
Seyrek tahtaları arasında…
Zümrüt yeşili bir sanduka altına
Mühürlenmiş bir sevda…
Neylinin sesinden kopmuş
Asırlara yenik düşmüş yaslı bir nida:
“Gel!” diyor ya hani,
Hani “Ne olursan.” diyor
“Ne olursan ol yine” diyor ya!

Gittin Efendim!
Gözümüzde yaş bırakıp da gittin,
Âlemi sensiz bizi sultansız koyup da gittin.
“Gel!” nidasına “amenna” diyip de gittin.
“Gavs-ı Ekber” Sultan’ın dizine yatıp da gittin.
Yolun açık olsun Efendim!

Madde mânâyı yese de, söz sükûta altın gelse de değişmedi hiçbir şey. Yollar hep açık oldu, yollar hep düzlük oldu mânâyı görenlere. Sığmadık avlulara, sınırlara sığmadık. Taştık hudutlardan, taşırdın hüzün aşk kokan mayasını. Er kişi niyetine değil efendi kişi niyetine durduk namaza. Sığmadı yürektekiler dudaklara, döküldü istemsiz. Kabe’nin karası yakışırdı ancak sana, bir de o çok özlediğin toprağın ayıyla yıldızı. Yattığın kucaklar cennet olsun Efendim. Rüzgâr saba makâmında ezgilerle gelsin her sabah baş ucuna. Cedd-ül Haseneyn ve Hadim-ül Harameyn olsun kavuştuğun kucaklar. Ceddine bizden selam eyle Efendim.




Durdu... Elhamdülillah




Bulutların beyazına ve ayın şavkına… Yıldızların semasına ve umutların duasına…

Durdu. Demin atıyordu. Şimdi durdu. Konuşmaz oldu adını ve zikretmez oldu gözerinin karasını. Durdu, biraz evveldi, durdu. Dolaştırmaz oldu ismini damarlarımda ve cismini göstermez oldu rüyalarıma. Can havliyle andı sevdasını ve sen durunca o da durdu.

Durdu. Sen varken hüsranında, dünya da dönüyordu. Su dönüyordu semadan toprağa ve âlem yeniden doğuyordu. Yeşilleniyordu sevdalar. Durdu, biraz önceydi. Sen durunca evrenim de durdu. Durdu, az zaman önce atıyordu. Semada melekler, yerde semazenler dönüyordu ve bir taze beden doğuyordu topraktan. Durdu, sen gidince âşıklar semaya doydu.

Bir gidişin vardı sevgili. Sadece bir kez geldiğin gönlümden bir gidişin vardı. Bin gelişe bedel tek gidiş. Tek gelişe bedel bir can atarken sol yanımda, o tek gidişle tek yürek de durdu. Durdu su, ayın şavkı durdu. Semada gezinen bulutlar ve yüzüne âşık yıldızlarım durdu. Âlem durdu sevgili. Sen gidince cân durdu ve durdu cihân. Cihân içre ağlayan dîde-i giryân durdu.

Güneş durdu, yaprak durdu ve rüzgâr durdu. Sen diye toprağıma ektiğim beyâbân durdu. Durdu seslerim, kalem durdu, kâğıt durdu. Hicranına ağıt diye yaktığım hıyâbân durdu.

Durdurdun sevgili. Bir gülüşle can verdiğin cânımı bir gidişle durdurdun. Durdu sevgili. Adını sen diye andığım âlem hakkına, gidişinle atan yüreciğim durdu. Durdu, Elhamdülillah...

13 Eylül 2009 Pazar

AŞK... Semâ-i Aşk...




“Aşk’la ve Aşk’a… Besmelenin noktasıyla destûr…”

Destûra hacet gerektirmez aşk. Bir volkanın selinde, yangın yerinde, oduna bel bağlamaz adı aşk. Semânın hazinesinde sevdadan zümrütler beklemez aşk. Yoksunluktur ve yoksunlukta rahmettir adı aşk. Rahmetin bozkırlarında bir karıncanın yuvasındadır saklı aşk. Saklı kalmış düşlere hamd etmektir sureti aşk. Suretin hülyasında, hülyaların duasında, duanın gıyâbında mâşuka secde etmektir adı aşk. Aşk bir bulut, aşk bir gölge, rahmetin gözlerine perdedir aşk. Suretiyle yakan, hicranıyla yandıran ve vuslatıyla eriten bir ummandır suda aşk.

Âlemi yok etmektir aşk, yoklukta varlığı bulmaktır asıl aşk. Vahdetin içinde kesreti ararken, kesrette kendini görmektir adı aşk. Mâşuka kahır değil, hüsrâna sabretmektir hüsnü aşk. Zamanın çemberinde, dünyanın zemininde ve evrenin gözlerinde sırlıdır gerçek aşk. Aşk hüsrandır, hicrandır aşk. Yağmurdur rahmet kapılarından dökülen ve bir mahzenin en kuytu yerinde sırlanan şaraptır adı aşk. Bir kanunun telinde ve ney’in hüzünlü nağmesinde bir nefestir aşk. Aşk bir hazan, aşk bir hüzün, bir hazin kelimedir satırda aşk. Aşk sendedir ve aşk sendendir efendim. Bir gülüşünün âyinesidir aşk. Beşerin aklında değil, âşığın gönlünde yeşeren bir ilâhi filizdir aşk.

“Cihânı hiçe saymakdur adı aşk
Döküp varlığı gitmekdür adı aşk

Elinde sükkeri ayruğa sunup
Ağuyu kendi yutmakdur adı aşk

Belâ yağmur gibi gökten yağarsa
Başunu âna dutmakdur adı aşk

Bu âlem sanki oddan bir denizdir
Âna kendüyi atmakdur adı aşk.”

Aşk’ıyla yanıp kül, aşk’ıyla yanıp kul olduğum efendim. Senin isminde saklıdır aşk.

10 Eylül 2009 Perşembe

Ayrılık Bir Çığlık...


Koşarak geldim sana âlemlerin en mavi semasından. Koşarak geldim sana, bir bulutun en son damlasından. Sevgili! Sana geldim. Duyuyor musun kanat seslerimi? Bir mazinin en aydınlık gecesindeydi seslenişlerimiz. Anne karnı kadar sıcak ve güvenli bir sevdanın rengiydi hani gözbebeklerimiz. Sevgili! Sana geldim. Duymuyor musun sesimi? Âlem bizim rengimizdeydi hani, hani dilediğimiz yerdeydi sevda meskenlerimiz. Sevgili! Hani uzaklar bile ayırmazdı bizi? Sana geldim sevgili. Duymuyor musun sesimi?



Sana geldim sevgili, aç gözlerini. Baharın yeşilinden, suların huzmesinden ve aşkın en tatlı gülümseyişinden getirdim sana. Sana kanat dolusu sevdalar derdim sevgili. Bir yangının dibinden bir damla İbrahimî suyla geldim sevgili. Güneşin hârını ve rüzgârın sevdasını sadağıma koyup da geldim sevgili. Aç gözlerini. Âb-ı hayatsın bana, kanadımda aşksın sevgili. Sevgili, nolur, aç gözlerini.



Sana geldim sevgili, aç gözlerini. Ben kanat olurum sana, ben sana sevda ve ben sana can sevgili. Aç gözlerini. Bir yaprağın yeşilinden yeniden damıt sevgimi. Sevgili, sana geldim, duymuyor musun sesimi? Hani gidişler uzaktı bize, bize ayrılık yasaktı sevgili. Neden açmıyorsun gözlerini. Sesime ses veren bir sevdanın seliyken beni neden bırakıyorsun sevgili? Terk etme beni.


Sana geldim sevgili, duyuyor musun kalbimin sesini? Feryâdıma ses ver gidişiyle kahrolduğum. Feryâdıma ses ver yokluğunda kaybolduğum. Gitme, terk etme beni. Gündüzümü karanlığa gömüp, baharımı hazana koyup, yalnızlığı bana revâ görme sevgili. Bırakma beni ki, yine süzülelim âlemin en mavi semâsında. Çığlığıma devâ, yalnızlığıma şifa sevgili. Sevgili, ben geldim duyuyor musun sesimi? Ses ver sevgili, sevgili terk etme beni.

23 Ağustos 2009 Pazar

Susturdun Beni.





Sustum, susturdun beni. Sağanakların altında yarı resmi bir gülüşle bir izmariti söndürür gibi söndürdün beni. Sustum, susturdun beni. Kor gibi yanan çölün sıcağında sana susamış bir serap gibi yandırdın beni. Sustum, susturdun beni. Gülmeyi unutmuş, babasız bir çocuk gibi küstürdün beni. Yaktın, göz kırpmadan bir alevin orta yerinde bıraktın beni. Yaraladın, namlusundan boşanan bir göz kırpışla kapkara gözlerle avladın beni. Terk ettin, asırlardır toprağa kök salmış bir çınarın yaprağı gibi. Rüzgârın seline kapılmış, yanmış ve yakılmış bir küçük zerre misali.

Sevgili!

Bir sene önceydi. Öncelerin öncesinde verilmiş sözler uğrunaydı sana gelişlerim. Toprağın altına gömülen bir İsmail varken âlemde; öteki İsmail senin gelişine gebeydi. Kabir toprağına bulanmışken ellerim, gecenin aydınlığından soyundum karanlığıma. Bir gülüşün içindi ve öpüş içindi yaslı gönülleri terk edip sana gelişim. Sevgili! Bir asır önceydi. Öncelerin öncesinde verilmiş sözler uğrunaydı ceddi Osmaniyan’ın sulbünden sana meyledişim. Sevgili! Tam bin asır önceydi. Sayılar henüz yoktu âlemde ve henüz bir sevda yoktu saklandığım bedenlerde. Kaç bedenden geçti bu sevda sana gelene dek ve kaç durakta nefeslendim sırf senin için nefes alabilmeyi öğreneyim diye.

Sevgili!

Şimdi uzaklardasın tıpkı dün olduğu gibi. Şimdi uzaklardasın tıpkı bir ay önce olduğu gibi. Şimdi uzaklardasın tıpkı bir sene evvel yanımda olmana rağmen ruhunun beni terk edişi gibi. Sustum sevgili. Bir gün sustum, bir ay sustum, bir yıl sustum ve bir asır sustum; ama susuzluğum geçmedi sevgili. Sensiz geçen her dakikaya seni gömüşüm gibi, her an senin sesini unutuşum gibi ve her saniye yüzünü anımsayamayışım gibi. Sustum Sevgili! Susturdun beni. Karanlık bir gecenin hiç onulmaz dertlerine gömüp terk ettin beni. Yasıma bile saygı göstermeden ruhuma azap edişin gibi ve evrenin tüm çıplaklığını çıplaklığıma değirişin gibi.

Sevgili!

Hoş geldiğin gibi hoş gittin. Hoş gittiğin gibi hoş gel Sevgili. Dönüş yolunda hala gözlerim ve gözlerim gözlerinin yokluğuna alışamadı sevgili.

6 Ağustos 2009 Perşembe

Gitti, şimdi gitti.




seherlere kurban bir gidiş,

bir söyleyiş,

bir duyuş.

gözkapaklarının ağırlaştığı bir anda,

inadına bir çırpınış.

şimdi gitti,

daha yenice.

kokusu hala üzerimde.

tozu dumana kattığı

ıslaklığını bıraktığı

ve ayakizlerini...

şimdi gitti

daha yenice.

sözleri zihnimde bir kurcalamayla

gözlerimi dalgın bir kırpışla bırakıp gitti

yenice gitti

kocaman bir gelmeyişle

sessiz bir dönmeyişle gitti

dönüşsüz bir yoldan

çizgisiz bir sondan gitti

şimdi gitti

daha yenice

umudumu kırarak

ve

beni benimle bırakarak gitti

beni firarımla

beni yalnızlığımla

beni hayaliyle başbaşa bırakıp gitti.

gitti

geceleri iyice karanlığa muhtac ederek gitti

gitti

şimdi gitti.

19 Temmuz 2009 Pazar

GÖZLERİN



Bin bir gecenin
Bin bir masalına karıştı gözlerin.
Cemşid i Hurşid’le yarıştı,
Gülistân’a nam saldı gözlerin.
Takılıp aşkın firârına,
Yusuf u Züleyhâ’ya
Kan ağlattı gözlerin.
Demlenirken koyuluğu gecelerin,
Ferhad u Şirin’i
Nöbette koydu gözlerin.
Nevbahara kapılırken yakuti yeşillikler
Cenneti arasatta bıraktı gözlerin.
Rüyânın ikliminde gezinirken sevdalar,
Leylâ vü Mecnûn’u
Unutturdu gözlerin.
Kızıllığında âlemi selamlarken şems,
Güneşin aydınlığını
Sırlara gömdü gözlerin.
Kalem sevdasıyla tutuşurken kâğıt,
Mürekkep karasını
Hicranda bıraktı gözlerin.
İşte gök, işte yer.
İşte arş, işte kürs.
Yerle göğü kararttı,
Arşla kürsü yerle bir etti gözlerin.

7 Temmuz 2009 Salı

Sultan Kırmızısı


Turkuaz bir suyun üstünde
Saray ve konak…
Derununda haremler saklayan Enderun…
Şadırvanlarda akan
Hanende ve nazende suyun,
Pervazlarında kanat çırpan kuşun,
Ve tek celsede namlusundan boşanmış
Bir kurşun…

Akşamın gök kızıllığında
Saray ve konak…
Bahçesine mesken taş kavuklar…
Mermer sütunlara denk düşürülmüş,
Asırlık koca koca çınarlar…
Üstüne mühür vurulmuş,
Derme çatma yağlı ilmekli
İki tahtadan ibaret sehpalar…

Sabahın sabâ makâmında
Saray ve konak…
Levni, cumbasında,
Nef’i boğazla meşgul…
Itri’nin elinde gül kokusu,
Lâedri saklanmakla meşhur…

Öğlenin peşrev ve segâhında
Saray ve konak…
Hüzzam nağmeleri salınır sulardan,
Leventlerin dilinde bin kahır.
Islıklar yükselir Zeyrek’ten,
Acemaşiran yine boğaza salınır.

Tarihin sarı sayfalarında saklı
Saray ve konak…
Şimdi çatlar duvarlarımız,
Şimdi gözlerden süzülüverir
Asırlık sevdalarımız.

Sultan Es-Sultan!
Nedendir kaçışların?
Sâbânın sesi mi yordu seni,
Kırmızının kan kokusu rengi mi?
Tarih soyunurken ardındaki duvardan,
Gözünden düşen bir damla yaş mı boyadı,
Yüzündeki hüznün rengini?
Gölgenin eşsiz dinginliğinde
Saray ve Konak...
Sultan Es-Sultan!
Yıkıntılardan dirilir bir tarih.
Senin durduğun yerdir
Saray ve Konak...

5 Temmuz 2009 Pazar

Dön Efendim



Aşkının rahle-i tedrisinde boynu bükük bir bendeyim Efendim!
Asırların küf kokulu sevdalarını biriktirip diz çöktüm önünde.
Boynum eğik, gözlerim kapalı, dil damakta…
Aşkın seccadesinden kaldıramadan başımı,
Beni gönlünle doyur Efendim!
Susuzluğumun tabiri yoktur lügatlerde
Ve
Bir mazmunun içinde saklarım düşlerimi.
Divanlar şerh edilmeden
Ve
Şairler tezkirelere hapsedilmeden dön Efendim!
Tâkâtimce mihnet verdi ya Rahman
Mihnetimce tâkâti sen bağışla Efendim!
Kubbelerden kabaran hatt-ı sultani aşkına,
Aşk uğruna hattan geçen bende-i sultaniler uğruna,
Sultan iken yüz sürüp köle pazarında satılanlar uğruna,
Uğrular elinde can çekişen sevdalar uğruna…
Bekliyorum.
Dön Efendim!

23 Haziran 2009 Salı

Uykuda Bir Efendi.





Uykuda bir Efendi…
Gülümseyişler uykuda.
Toprak altına çapraz sıralanmış
Çürümeye yüz tutmuş bir boşluğun
Seyrek tahtaları arasında…
Zümrüt yeşili bir sanduka altına
Mühürlenmiş bir sevda…
Neylinin sesinden kopmuş
Asırlara yenik düşmüş yaslı bir nida:
“Gel!” diyor ya hani,
Hani “Ne olursan.” diyor
“Ne olursan ol yine” diyor ya!

Madde manayı yedi
Söz sükûta altın geldi.
Kesret içinde vahdet ararken
Çokluk tekliğe galip geldi.

Ömürlük bir söz köpürüyor satırlarda.
Avcı ava avlanıyor
Ve denizler buluşuyor çorak bir ovada.
“Hamdım, piştim, yandım.”
Damlalar deniz olmaya yüz tutarken
Ay, aşk eliyor gecenin sükûtunda.
“Döndükçe etekler yelpazelenir
Döndükçe gönülde aşk tazelenir”
Mülteci bir ruh terk ediyor
Akışkan bir fanilikte bedeni.
Kudümler aşka seslenirken,
Tennûrelerle beziyor aşk âlemi.

“Men çe gûyem vasf-ı ân âlî-cenâb
Nist peygamber velî dâred kitâb”

Seslenişler susuyor sanduka dilinde.
Duruyor semâzenler
Ve duruyor dünya…
“Kitabı vardır; ama peygamber değildir.”
Dese de susuyor dünya.

Efendi uykuda…
Uykuda hoş görmeler.
O, zulme inat uyanık dursa da
Anlamıyor,
Dinlemiyor,
Diretiyor,
İnadına uyuyor dünya.



22 Haziran 2009 Pazartesi

Şedde ve Sarı




Mühür dilinde susamış sevda…
Taliklerin arasında saklı
Kırmızıya hasret,
Karanlığa müebbet,
Sessizliğe nevbet…
Kıvrımlarında bir aşk yeşerirken,
Sarısından dökülen eski,
İç içe geçmiş gerçeğin içinde
Gökten iner gibi her âyet…
Şeddeler ismini saklar satırlarımda.
Cezmler sensiz…
He’nin gözü yollarda.
Sad yaşlanmış.
Rik’alarda gizlenir
Mühür dilinde susamış bir sevda.
Sarıdır hüznün rengi,
renksizlik dökülür karanlıklara
Hâmuş dilinde sarı bir sevda.

12 Haziran 2009 Cuma

Leylalar ve Mecnunlar




Leylâ 1


“Mektepte onunla oldu hemdem
Bir nice melek-misâl kız hem.”

İki badem tek kabuğa girdi diye
Not düşmüş minyatürü çizen kalem.
Kays henüz.
Mecnûn değil adı.
Leylâ bildik Leylâ.
Henüz olmamış ismi Mihr-i âlem.
VeAyrılıkta Kays Mecnûn olur
Leylâ’nın gönül yurdu
Bir şeb-i mâtem.



Leylâ 2


“Ger ben ben isem nesin sen ey yâr
Ver sen sen isen neyim ben-i zâr.”

“Kays” dedi Leylâ
Bir çöl mâteminde.
“Mecnûn” dedi Kays
Kays kim oluyor?
Kays da yok, Leylâ da
Bir bütün idi âlem,
Ben bir bütün idim.
Ve Leylâ bütün idi Mecnûn’da.
De ki: “Bende kalmadı senlik benlik.”
Ben Leylâ’yım, ben Mecnûn…
Ey mihr-i Dilârâ!
Artık Leylâ da yok Mecnûn da.



10 Haziran 2009 Çarşamba

Hoş geldin ve hoş gittin Sevgili...




Akşamın kızıllığına bıraktım seni. Martıların kanatlarına muştu misali… Gecenin ayazından sakındım seni ve sabahların ziyasına sakladım gülüşlerini. Güneşin yakışından kendi gölgeme gölgeledim seni. Sakladım bende kalan gözlerinin rengini…

Kendime sakladım seni. Dönüşü olmayan bir duruş ve nefeslerimin içinde bir koku… Düşüncelerime sır belledim seni, çıkarmadım kuytularımdan bende bıraktığın öpüşlerin titrek gülümseyişini.

Ekmeğimin içine katık ettim seni, dillendirmedim dost meclislerinde, ıslatmadım sağanaklarda hayalini. Kokunu sakladım yastıklarımda ve raflarımın arasına sırladım seni, hiç açılmamış kitapların hiç açılmamış sayfaları arasına.

Sakladım seni sevgili. Sonu gelmez bir matemin kızıllığında uykularıma gömdüm seni. Ufukların ardına gömülmüş bir duruş gülümser şimdi omuzlarımda. Kızıl bir karanlığın ardında durur düşlerim.

Önce kelam ardı oysa. “Kün!” demişti ya âlemlerin sahibi. Kelam, kalemden önceydi, önceydi sessizliklerin sesi. Elif üzre gülüşler vardı ve elif dilinde seslenişler… Zaman o bildik zaman değildi ve mekân o bildik mekân… Âlem henüz âlem, Âdem henüz Âdem değildi. Biz sulbündeydik vahdetin, tek kabukta iki badem gibi… Yaratıldık ardı sıra, birbiri ardınca dizildi sevdalar. Mayasında aşk varken âlemin, ruhun beni diledi ve ruhum seni diledi. “Kün!” dedi âlemlerin sahibi. Sen bana gelmeyi diledin, ben bana gelmeni diledim. Gelemedin, gelmedin. “Gel sevgili!” diyemedim.

Gelişlerin bu güne kısmetmiş meğer. Gidişlerin yarına yazılmış ve sessizliklerin zihnime. İnancım oldun sevgili! İmanım oldun… Hoş geldin ve hoş gittin sevgili… Sevgili…



5 Mayıs 2009 Salı

Mum Yazıları




Karanlıklarıma alev gibi saldım gözlerini. Küçük bir sevdanın ucundan, büyük bir elem dökülür satırlarıma. Gecenin omzuna dayadım yıldızların rengini. Su kokusunu bekledim İbrahimi ateşlerin içinde. Samanyolu’nun burçlarına mührünü bastım gül yüzünün bengisu pınarlarından dökülen bir elemin içinde. Sevdanın ülkesine sözler dizdim çizgilerimde sen varken. Sen yokken şimdi bir mumun alevine salıyorum gözlerini. Elemlerimin gözünü bağlayıp beyaz bir mendille, kıble sabalarında akıtıyorum sevdamın rengini.

Aharlanmış, yanmış, yakılmış ve üzerine kara lekeler saçılmış bir yaşamın en temiz sayfasını arıyorum seni yazabilmek için; ama yetmiyor arayışlar. Hiçbir zamana ve hiçbir mekâna yol bulamıyor senden geride kalanlar. Dededen kalma bir köstekli saat gibi kuruyorum seni her gecenin aydınlığına. Mürekkebi tükenmeye yüz tutmuş bir kaleme kendi canımdan eklediğim rengimi sarıyorum buhurların arasına. Kokun bir tütsü müdür sevgilim? Başım dönüyor ve dönüyor mumun alevi. Tutmayacak mısın elerimden? Yetişmeyecek mi gözlerin sabahıma? Bir gece daha ölüme mi kapanacak hülyalarda seni bekleyen gözler? Bir gece daha, bir gece daha derken ne zamana kadar sürecek acıyan; ama kapanmayan yaralar? Hani resimde “Ihlamurlar çiçek açtığı zaman” diyor ya sevgili! Ben bilmiyorum ıhlamurların çiçek zamanını. Ezbere konuşuyorum durmadan zamansızlığımın içinde, senin yokluğunda avare. Yüzünde çiçekler ne zaman açacak sevdiğim? Bilmiyorum tıpkı ıhlamurlar gibi…

Karanlıklarıma alev gibi saldım gözlerini ve bir mumun titrek sevdasına bıraktım nefes alıp verişlerimi. Yüzünde çiçekler açsın artık sevdiğim. Açsın ki mumlar ölmeden ve nefeslerim tükenmeden yetiş bana. Yüzünde çiçekler açsın ki öğret bana ıhlamurların mevsimini.

22 Nisan 2009 Çarşamba

NEYE YARAR?




Sevgili!
Yüreğimden başka yerde adı sanı olmayan sevgili! Ketumken bile bana kendisini sevdanın renginde gösteren sevgili! Düşlerimde okudukça seni daha bir yeşilleniyor âlem ve hâneme kokun doluyor sevgili.
Sen bayramları devirirken geride bıraktığın sevdaların üzerine ben hala seni bekliyorum sevgili. Eski nefeslerini verip yenilerini alırken sen, ben seninle aldığım nefesleri inatla içimde tutuyorum sevgili.
Senin bekleyişlerin bana mirastır şimdi. Gözlerim o bilmediğim yokuşta takılı… Telefonların hiç gülmeyen mesaj hanelerinde bile gülüşlerin yankılanır sevgili. İlk günkü kadar acıyor içim, henüz iki bayram geçti biliyorum. Biliyorum sensiz geçmeyeceğini acıların.
Sevgili! Olmayacak dualara amin diyorum şimdi tıpkı senin dudakların dudaklarımmış gibi.
Sevgili! Yüreğimden başka yerde anı sanı olmayan sevgili! Hala bekliyorum seni. Gelişlerin gülüşümdür hayata. Sessizliklerin ölümdür suskunluğuma. Yokuşta kalmasın gözlerin, devir artık bayramları da dinsin bu sessizliklerim.
Sevgili! Suskundur odamda ölüm. Nefes alışlarım eksik ve aksak. Eksik kalmış sevdaların aşkına… Su üzerine gözyaşlarımla yazdığım sevdamın aşkına… Tâhâ ve Yâsin aşkına… Yunus ve Emre aşkına… Öncesinde senin aşkın yokken neye yarar ölüm.
Sevgili! Adımlarımın izi yok sensizken ve gölgeler terk etti beni güneşim beni terk etmişken. Bir gülümseyişe şâyestedir gönlüm. Dokunuşsuz, görüşsüz, öpüşsüz tek bir gülüş yeter bana. Eksik sevdalarını sal denizin sularına, ben yelkenim sana. Gözlerini ayır dönüş yollarından ve ayrılsın gözlerim dönüşsüz yollardan. Ses var bana sevgili! Ruhumu azat eyle can kafesinde seninle tuttuğum nefeslerimden.
Biçimsiz, gereksiz, sıradan bir sevda değil “Aşk” dedikleri. Aşk’ın adı sensin bana ve neye yarar yaşam senin aşkın yokken bana…

3 Mart 2009 Salı

Ara verilen yaşamlara...


Aşkının rahle-i tedrisinde boynu bükük bir bendeyim Efendim!
Asırların küf kokulu sevdalarını biriktirip diz çöktüm önünde.
Boynum eğik, gözlerim kapalı, dil damakta…
Aşkın seccadesinden kaldıramadan başımı,
Beni gönlünle doyur Efendim!
Susuzluğumun tabiri yoktur lügatlerde
Bir mazmunun içinde saklarım düşlerimi.
Divanlar şerh edilmeden
Ve
Şairler tezkirelere hapsedilmeden dön Efendim!
Tâkâtimce mihnet verdi ya Rahman
Mihnetimce tâkâti sen bağışla Efendim!
Kubbelerden kabaran hatt-ı sultani aşkına,
Aşk uğruna hattan geçen bende-i sultaniler uğruna,
Sultan iken yüz sürüp köle pazarında satılanlar uğruna,
Uğrular elinde can çekişen sevdalar uğruna…
Bekliyorum.
Dön Efendim!






7 Şubat 2009 Cumartesi

Sultan'dan İstimdâd




"Kaç zamandır gelmemişken yâda biz,

İşte geldik Senden istimdâda biz.

Padişahım!..

Hasret kaldık eski istibdâda biz."

Sultanım!...


Sana, "Sultanım" diyorum. Seni öyle çok aradım ki... Seni öyle çok bekledim ki... İstanbul sokaklarını arşınladım Senin için. Baktığım her yerde Senden bir iz buldum. Her attığım adımda Senin ayak seslerini duydum. Bilmiyordum adımlarımın beni Sana getirdiğini.


Sultanım!... Gavs-ı Ekber Sultanım!...


İkinci Mahmud Türbesi'nden geçerken, gözüme bir tabut ilişti. Mahşeri bir kalabalık... Siyah beyaz fotoğraflardaki gibiydi her şey. Devlet ricali sahte gözyaşlarıyla oradaydı. Kadının biri camdan başını çıkarmış, "Bizi bırakıp nereye gidiyorsun?" diye feryat ediyordu.


Sultanım!... Cihan Padişahı Sultanım!...


Sen misin giden? O gözüme ilişen tabut Senin mi? Ortalık renklendi bir an. Bir el beni filmin o karesinden çekip çıkarmıştı. Meğer kalabalıklar içinde yalnız kalmışım. Adımlarım beni Sana getirmiş, musallada sessiz yatan Sultanım!... Safa durdum, imama uydum ve Sultan kişi niyetine namaza durdum...


Namaz bittiğinde imam dönüp, "Haklarınızı helal ettiniz mi?" diye sordu. Hayâ ederim Sultanım. Asıl helallik alması gereken bizler değil miyiz? Hakkını helal et Sultanım!...


Boğazın suları akmıyor bu gün. Martılar da simit kapma yarışına girmemiş. Salâlar bu gün daha bir hüzünlü okunuyor minarelerde. Yüşâ tepesinden bir serin rüzgar ta Zeyrek yokuşuna kadar yol buluyor. Ardından yüzünü Eyüp'e dönüyor. O rüzgar Eyüp'ten havalanıp Sana da geliyor mu Sultanım? Senden evvel Karacaahmed'e düştü yolum. Sana selam getirdim, Seni seven mübarek tebaandan. Seni gerçekten seven tebaandan... İzinsiz gelmekten hayâ ederim, beni de ayak ucunda bir yere alır mısın Sultanım?..


Bir Sultan huzurunda nasıl durulur? El pençe divân mı durmak gerekir, diz kösüp boyun eğmek mi?


Duyuyor musun Sultanım? Sabah ezanları okunuyor. İstanbul sokakları hâlâ hareketli. Teraslardan, karanlık ve izbe sokaklardan müzik sesleri geliyor. Sarhoşların naraları, etini satan kadınların hasılat gülücükleri yayılıyor etrafa. Kimisi adam soyuyor, kimisi de cinayet işliyor dahil-i sûrda. "Hisarlarda engizisyonlar cadı diye yakıyor meleklerimizi." yazarın deyişiyle. İşte tam bu yaşanıyor, Senin yaşadığın ve yaşattığın topraklarda.


İstanbul ağlıyor Sultanım!

İstanbul kan ağlıyor...

İstanbul'da kendini yitirmiş biri Sensizliğine ağlıyor.

Bu padişah mülkü toprak, padişahsızlığına ağlıyor.


Sultan huzurunda ağlamak edep dahilindeyse, müsadenizle Sultanım!...


Sultanım, Gavs-ı Ekber Sultanım!.. Cihan Padişahı Sultanım!.. Beni de ayak ucunda bir yere alır mısın?

AŞK'A ŞİİR AŞK'A SEMA