26 Eylül 2008 Cuma

Gecemi Süsleyene ve Geceye Ait Sözcüklere...



Gece yaklaşıyor bir minarenin aleminden. Gece yaklaşıyor bir suyun akissiz huzmesinden. Gece yaklaşıyor sevgili! İki martının aşkla süzülüşünden… Gece sevgili… Gece… Ben geceleri seninle sevdim. Kandillerin ve mahyaların ışıklarının arasında buldum gözlerini. Kandil Sevgili… Gece…

“Şeb-ârâ” dedim sana “Gecemi süsleyen”, ben geceleri seninle sevdim. Geceyi süsleyen sözcükleri, geceye ait olanları ve geceden parçası bulunanları…

“Şeb-i aşk” dedim senli gecelere, senden uzak geçenlere “Şeb-i gâm”, bazen “Şeb-i mâtem” oluverdi zaman… Ben sözcükleri seninle sevdim.

“Şeb-i deycûr” oldu geceler “Kara Karanlık”. “Şeb-i firâk”ta âhlarım semâya yükseldi, adına “Ayrılık Gecesi” dedim. Ben geceleri seninle sevdim.

“Şeb-dîz” dedim adına, “Gece Renklim”, “Şeb-efrûz”da yakıştı sana, öyle bir “Aydınlık Gecesi” peyda oldu. Ben aydınlığı seninle sevdim.

Bense “Şeb-engîz” oldum, bir yarasa… Karanlıklara yürüyüp “Şeb-gerd” oldum, seni ıslıkladım yollara ve kaldırımlara. “Şeb-gîr” olup uyumadım, sana doğru kervanlar yolladım hayal sahralarında. Ben hayalleri seninle sevdim.

“Şeb-hân”a döndüm, “Şeb-hâne”lerde sabahladım, “Şeb-hûn”lara uğradım, karabasanlar yedim. “Şeb-rev”lerle yoldaş oldum, onlara seni heceledim. Ben sözleri seninle sevdim.

En son, gece sabaha ulaştı bir minarenin aleminden. Martılar süzülmeyi bıraktı ve suyun huzmesi renk attı sensizliğimde. Müezzinler sabâ makamına bastı ve ben bir “Şeb-nem” olup yanağına kondum.
Sevgili! Ben geceleri seninle sevdim. Gecemi süsleyen sözcükleri, geceye ait olanları ve geceden parçası bulunanları… Ben geceleri seninle sevdim.

25 Eylül 2008 Perşembe

Su, Sevgili..!



“Başıma öyle bir belâ verdi ki Hak
Efsâne-i Leylâ ile Mecnûn’u unuttum”
(Emre)


Su ver bana sevgili. Asırlardır hasretinle yangınım. Gecelerin katran karasında bir kibrit alevinde izini sürdüğüm… Yollarda arayıp çöllerde bulamadığım sevgili! Gülüşünden bir damla sevda der bana. Yüzyılların kehanetleriyle mesellerde soluğunu soluduğum sevgili, kokundan bir burcu ver bana. Âşıkların musarra beyitlerinde gözlerinin alevini aradığım ve bir mumun şavkında sevdanın rengiyle ismini gazellere kazıdığım sevgili! Mükâfatını evrene saldığım, azâbını mahşere doladığım sevgili! Sevgili..!

Sana sevdalı bu cânın mahlası yoktur zeminde. Sana sözler dizen âcize senin aşkının soluğu üflenmişken, senden başka mahlas bulunur mu fikrimize! Seni methedecek sözleri bulamam karanlıkta. Sen olunca sözün içinde, senden güzel söz bulunmaz dizelerde. Sözlere ve dizelere, âlemin zeminine ve zamana, fikrimize ve zikrimize güzellik katan sevgili! Ahsen’ül kassâs gibi bir kıssa yazdır bize ki kıssamızda sensiz girizgâh bulunmasın. Ebû Leheb’in ellerinin kuruyuşu gibi kurutma aşkımızı, Cafer’e tayyar isminin verilişi gibi dizeler arasında uçur sevdamızı.

Başıma öyle bir belâ verdi ki Hak olan Allah, Leylâ da kalmadı bende Mecnûn da. Belâ’lar belî olmadan yetişemiyorum sana. Leylâlar ve Mecnûnlarsız erişemiyorum aşkına. Sevgili! Eriştir beni aşkına. Tâ ki koyayım mührünü Süleyman’ın ve kuşlarla yollayayım sana senin için atan yüreciğimi. Eriştir Sevgili! Tâ ki verip asayı Musa’ya, senin aşkınla yarayım ben de denizleri. Sevgili! Bir damla su… Su sevgili… Sevgili… Su…

23 Eylül 2008 Salı

Tezkire-i Sultanî


Sevgili… Senden evveldi. Seni arıyordum elyazması metinlerin soluk satırlarında. Bulamadım sevgili. On sekiz bin âlemden haber bekledim güvercin oluklarda. Talik bir levhanın önünde cülüslerle hatmettim seni. Rik’aların arasında derledim hüzün gibi gönlümde çakılı gözlerini.

Sevgili… Senden evveldi. Seni arıyordum nerede arayacağımı bilmeden çaresizce. Söze Dehhânî’yle mi başladın sevgili? Aharanmış dokuz parça gazelin arasından seçtim ilkin ismini. Baykara meclislerinde Ali Şir’le mi söyleştin sevgili? O mu öğretti sana aşkın hamsesinin altı mesnevilik özgeçmişini? Yunus mu emretti gönlümde ebed-müddet yer etmeni? Ya Şems sevgili? Şems’le mi söyleştin Mesnevi’nin yedinci cildine nakşettiğin dost ismini? Toza bulanmış bir Bağdat gecesinde Fuzûlî ve Bâkî gibi demleyip mi öğrendin hoş sohbetin kırklama şekerini? Muhibbî mi muştuladı sana aşkın Hürrem dilinde vazgeçilmezliğini?

Sevgili! Nef’î’den mi öğrendin sözlerini bilemeyi ve Nâbî diliyle mi hayrettin Hayriyeler dolusu güzel söz derlemeyi? Sevgili! Şeyh Galip mi söyledi Hâmuşân’dan bir nefer gibi sessiz kalıp sessizlikle söyleşmeni?

İlmek ilmek dokudular seni. Cımbız cımbız çekip divanların arasından seni, nakşettiler sevgili. Senden evveldi. Seni arıyordum henüz. Elbirlik olup senin resmini çizdiler gönlüme tezkirelerin sararmış sayfalarından. Divanıma girizgâh ol sevgili ve duâlarımın hitâmında bir gülüş…

Ben sevmedim seni. Bana seni sevdirdiler sevgili. Sevgili… Senden evveldi senin bana sevdirilişin. Şâir-i âzâmlar ve Tezkire-i Şuârâlar öğretti bana seni nasıl sevmem gerektiğini. Sen o satırlarda bulduğum göz, hüsn ü hatların arasından çıkardığım nakış ve taç beyitlerde bulup hıfzettiğim isimsin gönlümde. Sözler benim değil sevgili.

Sevgili… Senden evveldi seni sevişim. Sen Yunus olmasan, Şems’e yol bulmasan ve Fuzûlî’de soluklanmasan Galip gibi Hamuşân’da konaklamasan seni nasıl severdim sevgili?

Sevgili… Senden evveldi seni sevişim ve senden evveldi bana sevdirilişin. Sevgili… Sevgili…

22 Eylül 2008 Pazartesi

Yarıda Bırakılmışlar.




Aşkım yarımdır benim tıpkı yüzüm ve tıpkı yüzsüzlüğüm gibi… Sevdam yarımdır benim tıpkı yarım bırakılışlarım gibi… Ruhum yarımdır benim tıpkı sende kalan yarımın beni terk edişi gibi…

İsmini kazıdın kendi ellerinle, iradem ellerimde değilken ve senden bir parça var bedenimde sen benim bir parçamı çalıp gitmişken. Bir buseyle öldürdün bir yarımı ve kalan yarım can çekişiyor şimdi gecelerin karanlığında. Tamamlanmak istiyor resimler yarım kalmış bir sevdanın ayazında. Maya tutmuyor ruhum tohumları eksik ekilmiş ve susuz bırakılmış bir tarla… Niye geldin ki sanki! Neden çekip vurdun beni? Gözlerin asırların tozundan silkinen bir kılıçken nasıl kıydın da parçalara böldün beni?

Sevgili! Öldürdün ya beni! Öldürdün sevgili. Tuzlu bir yalnızlığın bitmek bilmez kurumuşluğuna terk ettin beni. Bir kefen bile kesmeden ve bedenim üstüne bir kürek toprak bile serpmeden bırakıp gittin beni. Sevgili! Çiğnedin ya beni! Zaten ayaklar altında ezilmişliği vardı bu ruhun. Tekmelere tokatlara gelmişti defalarca. Sırtına ve beynine inen balyozları da unutmadı ya ruhum. “Alışkındır” dediler, “Bir darbe daha kaldırır” dediler. Bu kaçıncı, onu bile sayamadı ruhum.

Her gelen yarım bıraktı beni ve her gidiş bir kez daha öldürdü beni. Tıpkı senin sessiz ve sedasız çekip gidişin gibi. Aşkım yarımdır şimdi. Tıpkı canımın yarım oluşu gibi ve tıpkı sende kalan yarımın beni terk edişi gibi. Yarıda bırakılmışlar aşkına ve yarım kalmış aşklar aşkına… Yarımım sevgili! Tamamla beni. Sevgili! Tamamla sevgimi...

18 Eylül 2008 Perşembe

Son bahar, sonbahar.



Eylül… On sekiz Eylül… Sonbahar bu, yaprak dökümü zamanı… Rüzgârın emrine âmâde, sararmış yaprakların göç zamanı… Hazin bir hüzün zamanı, hazanın doğum zamanı… Hüzzam nağmelerinin gönül tellerini titretme zamanı… Yalnızlığımın dökülen yapraklara muhtaç olma zamanı… Yolların ayrılma, ruhların ölümle dirilme zamanı… Tükenişin adı… Çürümenin kerahat vakti… Yağmur mevsimi, tükenişin adı… Benim mevsimim sonbahar. Eylül, benim ayım. Hüzünlerimin ve sensiz ağlayışlarımın doruk vakti…

Aşk bir dost, aşk bir düşman… Kalplerin sönme zamanı yaklaştı tıpkı benden gidişlerinin ayak sesleri gibi… Vedaların suya salındığı, gülüşlerin saklandığı ve mutlulukların sandıklara kaldırıldığı bir mevsim şimdi gönlüm… Yangınlar büyük sonbaharda güneşin yokluğuna rağmen. Kül rengi bulutlar misafir oldu ufkuma. Başımın üstünde dönen bilinmezlikler… Resimlere hapsolmuş gülüşlerin dağıtmıyor bu hüznü.

Gelmiyorsun. Bekledim. Bir asır bekledim. Sayamayacağım sayılar kadar bekledim. Bir selam, bir gülüş, bir öpüş bekledim. Gelmedin ve biliyorum ki gelemedin. Bekleyişlerinden haberdardır gönlüm. Ruhaniyetlerden istimdatlar çoğalmıştır bu sıra. Sırrına sırdır zihnim ve dualarına duakârdır dillerim. Dileklerimiz aynıdır yaşamın kıyısında ve bir yol üstünedir yürüyüşlerimiz. Dalından kopmuş çaresiz bir yaprak olmamak içindir çırpınışlarımız ve yanmamak içindir cehennem misali ateşlerde sessiz gözyaşlarımız. Aslına sadık bir nesilsin sen ve sulbüne sadık bir bende. Dirayetine ve hassasiyetine hayran olduğum ve ölene dek ayrı kalma pahasına da olsa kararlılığına kurban olduğum sevdiğim! İstimdatlarına ve kimselere göstermeden dua dökülen dudaklarına hayran olduğum sevdiğim! Sırrına sır bil beni ve katık et dualarına “âmin” diyen ben bendeni.

17 Eylül 2008 Çarşamba

Göç Yükü...




Adımlar arşınlıyor yolları. Hayallerin ardından bir kızıllığa yürüyor yalnızlıklarım. Berrak bir havada, güneş batmaya yüz tutmuşken hava birden kararır ya, karanlıktan daha beter bir sıkıntı çöker insanın içine. Masmaviyken gökyüzü, lacivert bir sema eksik olur üzerimizden. Karanlıkla maviliğin arasında bocalar âlem…

Bir nefes, bir nefes daha çekersin sigaradan. Yalnızlığa ve sessizliğe yollarsın dumanını. İçinden hasret katarsın biraz dumanına. Biraz aşk, bir tutam sevda ve biraz da hasret… İşte kıvamına gelmiştir. Tam da semanın başıbozukluğuna inat, kendi rengine bürünür yalnızlık. Durmaz olur içerde. Kendini dışarı atmak ister, kayıtsız ve biraz da sabırsızca…

Git şimdi. Özgür bıraktım dumanıma atıp seni. Tıpkı senin istediğin gibi… Bir sihir gibiydi oysa gecenin inişi. Yavaş yavaş, usul usul ve sessizce… Mor bulutların üstünde melekler ellerinde aşk taneleriyle bekleşirken ve kızıllıyla âlem beyazlığa söz vermişken yeniden karanlıklara gömüldü hanem… Rüzgâr öpecekken sevdalıların elerinden ve yağmur uzatmışken başını ahmakıslatanlara, yeniden bir kuruluğa hapsolur viranem…

Git şimdi. Ben göç yükünü sardım yalnızlığın. Akarken ıslak bir hüzün içten içe, tuzlu bir sevdanın hanesine uğradı gözlerim. Kapıları açan olmadı, terk edilmiş bir yuva ve uçan kuştan haber bekleyen bir ocak yakmıştı benden önce uğrayanlar. Bir hasret ateşinin başına bağdaş kurup oturup yalnızlığın hüznüyle eşeledim ateşleri. Üstünde közledim ellerimden dökülen yalnızlığın soğuk sessizliğini.

Ebruli bir hüzün ve yemyeşil bir sevda büyüttüm bir başıma. Habersiz olsun istedim. Kimseler bilmesin istedim ocakta pişen aşkın tadını. Kokusunu zapt edemedim oysa. Göç yoluna çıktı sevdamın iki kanatlı kokusu. Yayıldı iradesiz ve benden habersiz. Engelleyemedim. Kokusunu duymayan kalmadı eşeledikçe ve sustukça ben. Herkes halimi sordu sen benim hallim için ferman vermişken. Zaten senin için pişen aşk, senden yana meyletti istemsiz. Ben büyüttüm, yeşerttim ve tam meyveye duracakken dallar, hiç erinmeden uzandı eller çiçeklerime. Kırıldı ya dallarım, ses edemedim.

Ses edemedim ve kaybettim.

14 Eylül 2008 Pazar

Beytü'l Ahzân




Sultanım! Bilir misin Yâkub’u? Kenân ilinde Yusuf için ağlardı. Âsumana dikip de gözlerini, çâh-ı Yusuf’tan haber sorardı. Yâkub’u bilir misin Sultanım? Yusuf’un firkatiyle kevkeblere dertlerini yanardı. Öyle bir ağlayış görmüş müydü âlem, öyle bir ağlayışa tanık mıydı sema? Fasl-ı baharı beklerdi Yâkub’un gözleri. Yusuf’una Kâ’be kavseyn olmadıkça, durur muydu Yâkub’un yaslı gözleri! Öyle bir “âh” ederdi ki Yâkub, erguvanlar solup kapaklanırdı yere. Derdine her kim varsa âşinâ, dayanamaz oldu gönülleri ve katlanamaz oldu yürekleri. Yâkub’un iniltisine dayanamadı ashâb-ı Yâkub ve dayanamadı Yâkub’un gözleri ve Yâkub, dayanmadı iniltisine dayanamayanlara.

Karanlık bir geceydi, gökte ışık yoktu Yusuf’tan başka. Bilir misin Sultanım ne yaptılar Yâkub’a? Kendi hanesinden çıkardılar da Yâkub’u, götürüp kapattılar Külbe-i Ahzânına.

“Beyt’ül Ahzen” dedi Yâkub, “Hüzünler Evi” “Mevlâ’dan başka duyan olmaz artık sesimi” Öyle ağladı ki baharı Yusuf için, gökten ebabiller gelip dağladı Yâkub’un gözlerini.

“Yetiş Sultanım!” demek hayâdır bize. Ebabiller dönerken gökyüzünde hanemiz hüzündür şimdi bize. Nöbette değildir Yâkub’un gözleri. Nöbet bize geçmiştir ezelde yazılan taktirle. Yusuf’umuz için gözyaşı dökeriz Hüzünler Evi’nde. Sen bekle sultanım. Elbet yazılmışsa ezelde, Yusuf’umuzdan bize de bir gömlek getiren bulunur. Sen bekle sultanım kendi hanende. Yazılmış varsa ezelde, elbet Yusuf’umuza sultanlık vardır bizim indimizde. Züleyha’lar da gelse, Leyla’lar da dönse, Yusuf, yine bildik Yusuf’tur gönlümüzde. Hüzünler Evi’ne yakışmaz Yusufsuz ağlayışlar ve yakışmaz ebabillere gözleri Yusufsuz dağlayışlar. Bekle Sultanım… Sen bekle. Vakt erişir yazılmışsa ezelde…

12 Eylül 2008 Cuma

Yanarken Bitmek...





Bir gelişle geldin. Öyle bir gelişti ki bu, Hızır’ın İlyas’la buluşması gibi… Hazanın bahara dönüşmesi gibi… Kuşların göç yolunu değiştirmesi gibi… Bir gelişle geldin ve adına “Bahar” dedim kimseler bilmeden. Onlar bahara “Hıdırellez” dediler, senin gelişlerini bilmeden. Onlar bahara “Hıdırellez” dediler Hızır’la İlyas’ın kavuşmasını bilmeden. Her şey bilmeden oldu sevgili. Sen öyle bir gelişle geldin ki âlemde benden başkası bi-haberdi gelişinden.

Yûşâ’yı bilirsin. Yedi tepe İstanbul’da medfun bir peygamber. Onun Süleyman’la buluşmasını da bilmez, her şeyi bildik geçinen bi-aşk-ı sefineler. Yâkub’u da bilirsin sevgili. Yusuf’la buluşmasını hani… Saatlerce birbirlerine sarılarak ağlaşmalarını ve toprak üzerinde yuvarlanıp durmalarını. Eyyûb’ü de duymuşsundur sevgili. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Sultân-ı Levlâk’ın ev sahibi hani… Mevlânâ ve Şems’i de bilirsin sevgili. Güneş ve ay gibi birbirlerinin çevrelerinde dönüşlerini…

Bir gelişle geldin. Öyle bir gelişti ki bu sevgili, yaktı kül, yaktı kûl eyledi beni. Sen bilmedin sevgili tıpkı gelişini benden başka kimsenin bilmeyişi gibi.

Yûşâ’yı hapsettik bir tepede, Mevlânâ’yı devirde bıraktık, Süleymân’a yedi sütûn ve Eyyûb’e iki koca çınar diktik. Gerdanlara gamzeler kondurduk, dişler biledik surlarda. Hâmuş’a bir sükût ve engizisyonlar kurduk Galata’da. Yandık, tutuştuk, geldik. Kim olursak olalım dedik, döndük, yolundan döndürdük ve sustuk. Bir susuşla sustuk Sevgili. Katmerli âhlar gönderdik, lanetler okuduk bilmeden. Pişman olduk, sözümüzden döndük. Döndük, durmadan döndük. Birken beş olduk, beşi bıraktık üçte karar koduk. Yine sustuk.

Yûşâlar hapis kaldı tepede sevgili. Kimseler bilmedi Sülaymân’ın onu ara ara ziyarete gelişini. Mevlânâ devirdedir sevgili. Kimseler bilmedi Şems için güneşin çevresinde gezindiğini. Eyyûb’ün çınarları pâktır Sevgili. Kimse bilmedi Sultân-ı Levlâk’ın onlara su verişini. İlyas’ı herkes unuttu sevgili, kimseler bilmedi Hızır’ın tekrar tekrar dirilip İlyas’la söz kesişini.

Yandım sevgili! Bir yanışla yandım tıpkı senin bir gelişle gelişin gibi. Yandım sevgili! Kimseler bilmedi yanışımı tıpkı senin bana gelişini kimselerin bilmeyişi gibi. Tutuştum Sevgili! Kimseler bilmedi sana beslediğim bitişlerimi. Bittim Sevgili! Sevgili bittim. Bitir bitişlerimi. Sevgili! Bitir bitişlerimi.

11 Eylül 2008 Perşembe

Dîde-i Giryân...



“Sırrını âşık olan şöyle nihân etsin kim
Duymasın ağladığın dîde-i giryân bile”
(Riyâzî)


Yâ Rab! Gönül yurduna düşürdüğün kuldan hesap sorar mısın? Gönlü yıkıp virân eden yârdan hesap sorar mısın? Adı düşünce dilimize tınlayan telden, gözden düşen renksiz selden hesap sorar mısın? Senden çok onu hayaline el açıp yalvardık; kul olduk, köle olduk, Kâ’be bilip tavaf kıldık. Yâ Rab! Bu âşık kuldan hesap sorar mısın? Tuzlu sağanaklar günahımıza kefaret olmaz bilirim. Eksiklerimizi eksik tartmaz senin terazin ve noksanlarımızı noksan tart diye değildir yakarışlarımız.

Ağlıyorum şimdi. Kulun Âdem’in yasak meyveden yemesi gibi ve istemese de cennetinden sürgün edilmesi gibi… Sırrımı âşikâr edemem senden başkasına. Öyle bir kilitle, öyle bir mühürle kapattın ki kapılarımı, gözyaşlarım bile ağlayışımdan bî-haber. Ağlıyorum şimdi. Kulun Nuh’un evlatlarına tufanı verdiğin gibi… Denizlerin en dipsiz yerlerine gömdüm sevdamın ismini ki kulun Yunus’un balık karnında beklemesi gibi… Ağlıyorum şimdi. Kulun Eyyüb’e verdiğin sabır gibi… Küçük kurtları koyuyorum sevdamın üstüne ki âşikâr olmasın sevgilinin yaraları kendi gözlerim gibi… Ağlıyorum ya İlahi! Kulun İsmail’e verdiğin boyun eğiş gibi… Sana uzatıyorum boynumu gökten Cebrail’in koç taşıması gibi… Ağlıyorum şimdi, ta ki al beni uykumda ve yeni baştan yaz defterimi.

Ezelde ruhuma merhaba diyen çeşm-i yâr, öyle bir işledi ki bedenime… Emret kalemine. Gezinsin yine muhafaza edilmiş levhin üstünde. Yeni baştan yazılsın isimler ve cisimler. Yorgun düştü cancağızım darbelerden. Sırta yenilen hançerlerden yorgun düştü gönlüm. Söyleyiver de kalemine hançerler girmesin artık yüreciğime.

Tuzlu sağanaklar günahımıza kefaret olmaz bilirim. Eksiklerimizi eksik tartmaz senin terazin ve noksanlarımızı noksan tart diye değildir yanışlarımız. Dide-i giryânımızdan saklarız dide-i giryânımızı ve yalnızca sana açarız kaleminin levhe yazdığı âşikâr sevdamızı.

10 Eylül 2008 Çarşamba

ile'l husran


MusicPlaylist

Eyvââââhhh!

“Gittin, dünya bir kafes, deva mahpus, söz ketum
Gittin, çekildi suyu can nehrinin, kaldı kum.”


“Bugün hüznün hayale kuyu kazdığı gündür
Bugün kederden sabrın bile bezdiği gündür”

Sana dair ilk çiziklerimdi bunlar. Kudurmuş bir fırtınanın önüne kattığım sözcüklerin dalga dalga yayıldığı sevdalardı bunlar. Kapat gözlerini sevgili ve bir balkon düşle. Henüz şiddeti artmayan bir sevda rüzgârının önünde ve dumanı üstünde bir demlik çay… Şöyle sesleniyordu gözlerinin karasına bakarak:

“Kaderleri ‘kef’ ile yazılanlar ve ‘şın’ın noktalarında aşk’ı sonsuz sananlar… Ulaştıkça ulaşılmaz olanlar ve hayal ettikçe hayallerden kaçanlar… Hatırımıza düştün, düşlerin uğultusundan kaçarken. Gölgelerin üzerine evrenin güneşi doğarken gönlümüze düştün. Mahrem yerlerden secdegâha kadar özüne düştük. Gönlüne düşür bizi. Kaderimiz ‘kef’ ile yazılmışken, yüzden gülümsemeler ayyuka çıkmışken, martılara çığlık kalmadan ve semazenler semalara doymadan ‘Tez gel.’ dedik, işit bizi. Sırlı kalmış bir gülümsemenin ardından, çiçeklere toz konmadan gel. Rahmetin bozkırları susuz kalmadan, gönüllere taştan duvar oyulmadan ve rüyalara gem vurulmadan ‘Tez gel.’ dedik, duy bizi. Geç kalınmış aylara ve yıllara, zamandan ve mekândan münezzeh olanla, el açıp yalvarana ve gözlerden su akıtanlara, kalabalıklarda yalnızlığımızı paylaşana ‘Tez gel.’ dedik, hatırla bizi. Gözleriyle ruhumuza ruh akıtana, sözleriyle sözümüze söz katana, duaların ardından ismi anılana ve yaşam yolunda yanımızda kalana ‘Tez gel.’ dedik, uyandır bizi. Kaderimizi ‘kef’ten kurtarana, ‘şın’ın noktasında aşkı sonsuz kılana, ruhumu ezelde esir alana, yani sana, yani sultana ve sahtenin içinde hakikât olana ‘Tez gel.’ dedik, sevindir bizi.”

Sana dair ilk çiziklerimdi bunlar ve bil ki son olmayacak sevgili. Eyvâh ki bu satırları yazarken ben, sen yazılmış olandın bana. Eyvâh ki ilk kez okurken bu satırları sen, gülümseyenimdin bana.

Bu gün, ışıkların siyah olduğu gündür Efendim. Bu gün, gözlerin siyah, sözlerin siyah ve içimde yanan közlerin siyah olduğu gündür. Güneş siyah, yer siyah, gök siyah ve matemim siyahtır bu gün. Bu gün ney’in siyah ağladığı, kanun’un siyah sızladığı ve rüzgârın siyah vızladığı gündür bu gün. El siyah, kol siyah ve mühürlediğin dil siyahtır bu gün. Bu gün yolların siyaha çıktığı, kuşların siyaha uçtuğu ve canımın siyaha konduğu gündür bu gün. Sen, nûr-u siyah nedir, bilir misin gülüm? Nurun siyaha boyandığı gündür bu gün.

“Bugün bir kelebeği dağın ezdiği gündür
Bugün kalemin ‘eyvâh’ diye yazdığı gündür”

Eyvâââââhhh! Bu gün “Âh”ların bile siyaha boyandığı gündür.

9 Eylül 2008 Salı

Gölgelere Karışmak



Gölgelerin içindeyim, başım önümde. Huzurunda bir bendeyim Efendim. Işıklar inerken gecenin karasından bedenim üzerine, ölümü paylaştırmak için sana yolladığım sevdalarımı bekliyorum. Bir rebabın selinde vahalara salınmış ahular gibi mestâne… Şehlâ rüyaların arkasına saklanmış bengisu özlemleriyle ateş taşıyan sözcükler tutuyorum önümde. Hüsn-ü Yusuf’tur rüyalarımda gördüğüm Efendim, sulusepken bir matemin kararan sinesinde. İpekten dokunmuş sesindir dinleyemediğim son şarkının son notası. Sadağında sevda yığınlarıyla gri bulutlara yağdırdığın ses, senin midir Efendim?

Çıkar siyahlarımı, bürün beyazlarına. Sesime ses ver ey tennurelerin beklediği sevgili. Âlem doğarken karanlıkların beşiğinden, karalara saldığın bahtımı aydınlat da gel. Buhurların dumanında burnuma sevdadan bir nebze şifayla gel. Üveys gibi geri dönmek için değil, Karan topraklarından aşkımı çoğaltmak için gel.
Çıkar siyahlarımı Efendim. Hasret kaldım gülüşlerine. Bir hazanın son demlerinde baharımla gel. Gölgelere büründüm Efendim. Sadağına azıcık aşkından ışık kat da gel.


8 Eylül 2008 Pazartesi

Şems ve Pervâne



“Kimsesiz hiç kimse yok her kimsenin var kimsesi
Kimsesiz kaldım yetiş ey kimsesizler kimsesizi.”

Kimsesizliğimin ağıtları dökülüyor satırlarıma. Akşamın alacasına uzanan bir ruh sarmaşık çiçekleri gibi sarıyor benzimin sarılığını. Sarıyla kırmızının ortasında sökün ediyor kızıllıklar. Yalnızlığımın gül bahçelerinden goncalar göç ediyor baharın çiçek açtığı bilinmedik zamanlara. Susuz kalmış bir çiçek gibi boynunu büküyor bülbül, gülden mahrum…

Gülistana buyur edilen efendiler de güller gibi terk-i diyar eyliyor yalnızlıklara salınmış eski zaman bülbüllerini. Mahur bir bestenin tam hitâmında gülüşlerle bezenirken âlem, gülüşler olmayınca sessizliklere râm oluveriyor mekân. Yıldızlar şimşek şimşek çakmayı bırakıyor ve ay aşk elemekten vazgeçiyor gecenin sükûtunda.

Terk edilişin geçit resmidir bu tablo. Önce güneş alır sıcaklığını senden. Kendini gizler zaman bir gri bulutun ardına. Çiçekler nasibini alamaz aşktan ve bükülür boyunlar. Sular da küser ardı sıra nöbette bekleyen sevdaya rağmen. Hazan mevsimi çöker gül ve bülbül üstüne. Cennet emsali bahçeler kabristana döner gecenin hiç bitmeyen mateminde.

Çok muydu bir gülüş sevgili! Bir gülümseme çok mu görülmüştür bize. Çiçeklerin boynuna asılan hasret mevsimden değildir sadece. Sararıp solmuş ve dalından kopmuş, savrulmuş yaprakların nedeni mevsim değildir sadece. Mevsimden ziyade olanlar vardır elbet bu mevsimde bilinmese de.

Eski kırmızılığını yitirmiş bir gülün ağıtıdır bu çizikler. Susuz kalmış bir sevdanın çatlamış toprakları doyurmak için göğe kollarını açışıdır bu sözcükler. Bir bahçe bıraktın giderken harap ve türap… Gökten yağmur bekler gibi bekliyoruz gülümsemeni. Dört yaşında bir çocuğun babasının yolunu bekleyişi gibi bekliyoruz bitmeyen gelmelerini. Kabına sığmayan bir dervişin ağıtlarıyla, Mevlânâ’nın Şems’e yol buluşlarıyla bekliyoruz sevmeleri. Yunus’un Emre’si gibi, tennurelerin dervişleri beklemesi ve semanın aşk’a yol buluşu gibi bekliyoruz gelmeni. Şems'in pervâneyi yakmak için bekleyişi gibi yakışın için bekliyoruz gelmeni.

Kimsesiz kimse yoktur elbet bu âlemde, herkesin kimse olacak bir kimsesi bulunur zahir. Bizim kimsemiz sensin sevgili. Bekletme artık kimsesiz kalmış kimseni.

7 Eylül 2008 Pazar

YUNUS...



“Gittin ammâ ki kodun hasret-i cânı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile”


Neşâtî dilinde dile geldi gönlüm bu gece. Gidişin geldi gözlerimin önüne. Gittin… Gidişlerin ıslak yokuşunda çamur deryasında bıraktın beni. Dizlerime kadar keder, gönlüme kadar hasrete gömdün beni. Canımı bir hasrete mahkûm ederek ve beni benimle bir başıma yalnızlığa hapsederek gittin. Canımın hasretini nöbet diye diktim gecelerin ayazına. Bir sigara bile vermeden, bir sıcak gülüş bile göndermeden karlar içine yatırdım sevdamın rengini. Kendi kokusunu, kendi dokusunu muhafaza etsin diye beklettim düşlerimin içinde sevdamın selini. Gittin… Dönüşsüz bir yoldan, çizgisiz bir sona gittin. Hıçkırıklarla şekillenmiş bir gecenin gündüzüne gözyaşı bırakmadan gittin. Hiçbir şeyi istemez şimdi ve bundan sonra bu gönül. Hiç kimseleri istemez. “Âh gönül, vâh gönül, eyvâh bu gönül.”

Sabahları bir umutla kaldırıyorum başımı penceremin pervazlarına. “hûû hûû”lara karışıp gelen güvercinlerimin arasında seni arıyor gözlerim. Yalnızlığın yanıksı kokusu dolarken odama, bir mumun küçük alevine sarıyorum senin hasretini. Bir pervâne misali, bir küçük ateşböceği… Bir günlük yaşam, bir günlük uçuş için nice zahmetlere katlanan küçük tırtıllar gibi…

Yunus önümde yine… Bir elinde bohça ötekinde balta… “Sefer vaktidir yine.” diyor tahtadan oyulma gözleriyle. Emre’sini aramaya gidiyor Yunus, ona yasladığım üstü tuğralı bir ney eşliğinde. Ne farkları var ki birbirlerinden! Biri Emre’sinden uzak öteki kamışlığından… Tek farkları bekleyenle beklenenin o ince çizgi üzerinde birbirine karışması gibi. Kamışlıkta üstü tuğralı neyimi bekleyen yok elbet; ama Emre Yunus’unu dört gözle bekliyor bilinmedik şehirlerin bilinmedik ve adı konulmadık sokaklarında. Emre’si Yunus’unu bekliyor; ta ki alıp bohçasını eline, gelsin diye.

Gel artık Yunus diye yaşattığım ve bir derviş misali sevdasını yollara, saba rüzgârlarına saldığım. Seni göremeyen gözlerime kadar gömüldüm karanlıklara. Gitme diyemedim sen giderken bilmediğim bilinmezlikler. İşte şimdi söylüyorum Yunus diye yaşattığım. Gitme…

İki Küçük Değnek...



"İki küçük değneğiz biz
Kimimiz alüminyum kimimiz demir"




Erte… Hayali bir sözcük gibi… Sanki yokmuş da sözlükten şimdi fırlamış gibi… “Ertelemek” şimdi yapılan iş… Pişmanlıklara atılan ilk adım ve geç kalınmışlıklara, hatta hiç yaşanmamışlıklara… "Erte" O yüzden hayali bir sözcük ya!

Erteleyelim her şeyi. Bırakalım beklesin tutsak sevdalar. Koyup sandıklara dantel dantel işleyelim ertelerimizi. Analarımızın kanaviçeleriyle bezeyelim, ninelerimizden sarı sandık lekeleri sürelim, hatta üzerine ayrılık kokulu sarı sardunyalar ekleyelim.

Erteleyelim her şeyi. Umutları erteleyelim. Zamanı gömelim sözlüklere ertelerin yerine. Hiç yaşanmayan ân-ı saadeti gömelim, ertesi güne, ertesi haftaya ya da ertesi yıla. Hatta erteleyelim ertelerimizi ertesi yaşamlara.

Erte… Sözcük bize ait… İster koyalım sözlükte kalsın, ister sandıklarda saklansın.

Her şeyi erteliyoruz durmadan. İçimizden kopup gelen titrek umutları bile. Bu kez erteleri erteye bırakalım şu mübarek günlerde. Bir kez olsun ses verelim bizden ses bekleyenlere. Bir kez olsun el verelim elden geldiğince bizden umutla el bekleyenlere. Bu kez erteler olmasın yaşamımızda. Çorbada tuz misali, yaşamın küçücük bir anında bir gülümseme misali.

Denizin enginliğinde bitmesin umutlar. Bir değnek, bir sandalye yapmasın bizim yapmamız gerekeni. İki değnek, dört tekerlek bizden daha mı insan! Biz de yok da iki değnek, dört tekerlekte mi saklı vicdan?
Kampanyaya destek verenler:
Hesap Numarası ve Bilgi İçin:

6 Eylül 2008 Cumartesi

Yasak Kitap






Yasaklanmış bir kitap var ellerimde. İçinde yazılan her şey müstehcen. Karalanmış ve karalara bırakılmış hatta yakılmış ve uzaklara fırlatılmış, korkulmuş içindeki kırmızılıktan, ters yüz edilmiş, gerisin geri çevrilmiş, giyotinlere mahkûm edilip Yedikule'de yedi ahret yılı tutsak edilmiş...


Ayıplanmış bir yaşam var ellerimde. Yaşanılmış her şey günah... Çizilmiş, yırtılmış ve işkence görmüş hatta tekme tokat dayaklara gelmiş, gözlerine mil çekilip satırların ve pırangalara vurulmuş sayfaların ardına eksik kalan yarım yamalak bir yaşam...


Günahkâr bir ruh büyür cismimde. Elinden ayağından dökülenlerden tiksinilmiş ve hüzzam nağmelerinde seherlere salınmış, bir can selinde Azâzil eline bırakılmış, mengenelerle sıkılmış hissi ve hayali, suya salınmış düşleri ve melâli...


Zavallı bir kuş çırpınır içimde. Dışlanmış, yalnız bırakılmış, hep ayıplara yafta yapılmış, tek kanadından bağlanıp canice bir amansız rüzgârın seline bırakılmış...


O kuşu beklemesin kimse. Azâzil'den kaçıp Azrâil'e yakalanır. Ten kafesinden tek kanatla uçup hayal ülkesinde yaşattığı ankasına ulaşır.


Yasak kitaplar sen istesen de yaşamımızdan eksik olmaz efendim! Savruluyoruz satırların arasında istemsizce. Arınmalar, yaşama yeni baştan başlamalar yasak bize. Yasak bize yaşamak ve elbet yasak bize nefes almak. Yazılan günceleri boğmak lazım sularda. Satırlardan yazıların uçup gidişini izlemek lazım, ancak bu yaraşır bize. Su da dönüyor tıpkı âlem gibi. Suya saldığın düşlerin ve suda boğduğun güncelerin gibi. Sen sil istediğin kadar. Onlar bir yağmur damlasıyla yeniden kavuşur toprağına. Sen sil efendim! Silmeler yaraşır ya zaten bize. Geldiğimiz yere dönmeler yaraşır. Sevmeler yaraşmaz bize. Yasak kitaplar tutarız çünkü ellerimizde.

5 Eylül 2008 Cuma

Şehîd'ül Aşk...



“Öldüğümde kabrime hâzâ şehid’ül aşk yaz.”
(Tahir)


Uykuyla uyanıklığın arasında teşrif eder gülüşlerin. Gül bahçelerinin renginden sağanak sağanak sevda yağar uykularıma. Hayal âlemimde yeşerttiğim gülistânıma buyur ederim efendimi. Bülbüller yine feryattadır sevdanın kırmızı kokusuna ve ay aşkımın izini sürer gül yapraklarının arasında. Yumarım gözlerimi bir daha açmamacasına ve sultanımın ellerine sürerim ayın şavkında gülümseyen yüzümü. Dünyanın ezâsına ve cefâsına bir misk sunulur sultanımın ellerinden. Sancıları tükenir ruhun, ayak diremeden öpüşler dökülür kara gözlerinden. El ele, göz göze, gönül gönüle dolaşılır cennet emsâli bahçelerde. Kapıları sonuna kadar açıktır sevdanın ve sevdalımın dili hürmetine. “Uyku, ölümün küçük kardeşidir.” derler oysa. Elbet her uyuyuşumuzla tadarız ölümün bir çentiğinden. Sorgusuz sualsiz bir ölüm olmadan diriliriz yine sabahın sabalarına gecenin enginliğinden.

Efendim!

Sana dokunamadım henüz. Dokunmadın bana. Bezm-i Elest’te verdiğim sözü tutamadım henüz. Verilmişse tutulacaktır elbet; ama verilmemişse söz sakıt olmuştur dilimden. Gözlerinin belâ’sı ve belî’si her gece benimle… Zihnimde yeşerttiğin bu sevdayı henüz ekemedim toprağıma, henüz bu sevdayı sulayamadım gözyaşlarım dışında. Kurumazsa sevdan, kurutmazsam sevdanı bil ki emrine her daim âmâdedir gedân.

Şimdi geceme bir söz daha düştü senden: “İyi geceler.” Geceme geleceğini bildiğimden ve gecene geleceğimi bildiğinden…

Efendim!

Sana gelemedim henüz, gelmiş olsam da kapına. Bir gülüş eksik kaldı ya dudaklarımda ve bir öpüş… Milyon yıllar önce verilmiş bir söz uğruna bekliyorum hâlâ gülüşlerini ve gelişlerini. Ölümün küçük kardeşinin koynunda da vukû bulsa kavuşmalar, ben beklerim verilen sözler hatrına.

“Uyku, ölümün küçük kardeşidir.” Ölüyorum şimdi. Geceme gözlerinin karası ve sevdamın kırmızısıyla “Hâzâ şehid’ül aşk.” yaz.




3 Eylül 2008 Çarşamba

Belâ-Belî



“Sufî mecaz anladı yâre mahabbetim
Âlemde kimse bilmedi gitti hakikâtim”


Belâlar yağıyor gözlerime gecenin karasından. Yıldız yıldız şimşekler çakıyor zihnimin bilinmedik en mahrem yerlerine. “Canıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr.” diyor Ahmet Paşa, paşalıktan sıyrılıp yâre kul olmuş haliyle.

Ezelde canıma “Merhaba” sunan yâr çıktı karşıma sağanak bir maviliğin tam da altında. Bilmem kaç milyon yıllık bir yoldan gelip buldu beni. “Nasıl buldun?” diyemedi dilsiz dillerim. Göz, gözlerin içinde hem-dem olunanı aradı, aradı ve yine aradı; nafile. “Beni anımsadın mı?” dedi gülümserken. “Hayır.” diyebildim. Güldü, bir asır güldü. Sustum, bir asır sustum. “Elest Meclisi’nden.” deyip yumdu gözlerini. Bir asır yumdu gözlerini, yumdum bir asır gözlerimi. Asırları kovaladım gerisin geri, ters yüz edilmiş adımsızlıklarımla. Kapandı yollarım, geçit bulamadım karanlıkların arasında. Meclisler kapandı bana, kapalı bir çift gözün sahibini anımsayamadım. Açtım gözlerimi, açtı gözlerini. “Geçit bulamadın.” dedi gülümserken. “Bulamadım.” dedim. “Tut ellerimi sevgili! Kapanmış yolları birlikte açalım, meclislere varıp verdiğimiz sözleri anımsayalım.”

Yumdum gözlerimi ve tuttum içim titrerken Mecnûn’un ellerini. Karanlık bir koridorun sonunda açtım gözlerimi ellerini tutarken sevdanın. Şeffaf bir âlemde, şeffaf bir topluluk içinde buldum sevdanın rengini. Kimsenin olmadığı yerde herkes vardı ve sevdanın rengi yanı başımdaydı. Seslerin olmadığı mekânda bir ses çınladı olmayan kulaklarımıza: “Elestü bi rabbiküm?” “Belâ!” Açtım gözümü, yanımda sevda. İsmi Mecnûn ya da Leylâ.

“Şimdi anımsadın mı beni?” dedi, “Evet” diyebildim. “Ben ezelde sana yazılanım, beni kabul eder misin?” Sessizlik uzadı seslerin yok oluşunda. Karanlıkların ışığa ulaştığı noktalarda, gözler hükmünü sürdü sevdanın; ama bir nafile uğraş daha… “Hayır” dedim.

Yumdu gözlerini, yumdum gözlerimi sevdanın eli ellerimde. Bir levha önünde döküldü satırlar ellerime. “Bak!” dedi. "Adlarımız yan yana. Sen bana yazılansın, ben de sana…”

Canıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr. Şimdi belâlar yağdırıyor gecenin karasından gözlerime. “Yazılmışımı bana ver.” diye nidâ ediyor sevdanın sesi. “Yazılmışını al ve yazılanımı bana ver.” Bir çıkış yolu bulamıyor ruhum sağanak karanlıkların mateminde.

Yumuyorum şimdi gözlerimi. Leylâ yanımda ya da Mecnûn… Sevdanın gözleri gözlerimde ve elleri ellerimde… “Elest Meclisi’nde bu sözü sana ben mi verdim?” diye soruyorum, onaylıyor başıyla. “Nasıl belâ diyerek söz verdinse Rabbimize, o da bizi bize şahit tuttu. O da bize şahit oldu tıpkı birbirimize şahit oluşumuz gibi. Âlemlerin sahibinin kalem’i seni ve beni Levh-i Mahfûz’a birlikte yazdı. Tut sözünü ve bırakma ellerimi.”

Açıyorum gözlerimi ve belâ yağmaya devam ediyor gecenin karasından gözlerime. Kara gözlerden aşk damlıyor gecenin karasına ve ay, aşk damıtıyor verilen sözlerin geç kalınmış sükûtuna.

Ezelde bir merhaba sunan çeşm-i yâr’a bir merhaba da ben sunuyorum ve hâlâ belâlar yağıyor gecenin karanlığına.

2 Eylül 2008 Salı

Âh mine'l aşk...


“Önce, aşk vardı. Gökler kat kat kurulmamış, yeryüzü kadem kadem örülmemişken aşk vardı. Ay geceye saklanmadan ve gölge güneşe nikâhlanmadan aşk vardı. Kaderi heceleyen mühürlü defterden ve üzerine ant içilen kalemden önceydi O. Önce yoktu ve aşk vardı.”


Sessizliğin sesinin hüküm sürdüğü bir sessizlikteydi o ses: “KÜN!” dedi âlemlerin sahibi. Kendi zâtından bir cevher… Mayasına aşk konulan Nûr-u Muhammedi’den önceydi. Önce yoktu ve aşk vardı. Nihayet âşıklar geldi bir bir âleme:


“Âşıklar vardı… Hamken yanan, piştikçe olan âşıklar… Onlar kan ve gözyaşıyla boğulmuş bir coğrafyanın tam ortasındaki rahmet yapısı; yalnız Mecûsî ve putperestlerin değil, bin kez dahi tövbe bozanların açık kapısıydılar. Baktıklarında aşk’ı görür, kalktıklarında aşk’a yürürlerdi…Âşıklar vardı… Dünya hayatını anlık ve aşk’a kulluğu sultanlık bilen âşıklar… Lütfunda olduğu gibi kahrında da aşk’ı sezen ve nefislerini halkın eliyle ezen âşıklar… Âşıklar vardı; asasını fersahlarca ötelere atan ve uzak iklimleri vatan yapan âşıklar…”


Ömür Ceylan böyle anlatmıştı aşkı “Önce Aşk Vardı” adlı yapıtında. Bir zaman makinesinden gözgülerle ve âyinelerle nazar etmişti yaşamın mayası olan aşka. Aşkın çöllerinden geçerken Mecnun’a, sevda dağlarını aşarken Ferhat’a, muhabbet kuyularında su ararken Yusuf’a uğramıştı.Aşkımız layık değildir onların aşkına. Emre dilinde bir sevdadır bizimki de. Aşkı tarife kalkışmak haddimiz değildir elbet; ama bizim de sevdiğimize nutkumuz vardır onların diliyle. Her zaman dediğimiz gibidir yine diyeceklerimiz onun diliyle. Söz bizden, ilham kendisindendir. O Sultana arzımız vardır:


Sultanım!


Gözünden süzülen bir damla yaşa güzellemedir bu. Ayın şavkı vururken sevdamın üstüne, zümrüt yeşili yalımlardan yeniden damıt aşkımı. Dünya sürekli aşk derlerken ve mevsimler heyecanla aşka ilerlerken büyüt aşkımı. İsrafil suruna üflemeden ve toprak bedenimizi çürütmeden besle aşkımı.


Uzaktasın şimdi. Uzaklıkların uzak olamayacağı kadar uzakta… Canıma can katan bir sevdanın sıcaklığına yanacak ve gönlümü kor gibi yakacak gözlerine bakacak kadar uzakta… Mahzunluğumu duyurmayacak ve gözyaşlarımı huzuruna sunamayacak kadar uzakta… Sesine vabeste bir sevdanın selinde yoluna baş koyacak kadar uzakta… Sesin, Davud’un kuşları başına toplayan sesi; nefesin Meryemoğlu İsa’nın yarasaya can veren nefesi gibidir bizim için. Toprak seni hikâyet eder bize. Ateş yanışımıza, su ağlayışımıza, hava sana soluk alışımıza şahittir.Şahit ol ey sevdaların gerçek sahibi! Sevdiğimizi senin için severiz biz. Senin huzurunda, senin zatından kopup gelen bir sevdayı severiz biz.Şahit ol ey aşkların gerçek sahibi! İbrahimî bir ateşle yanarak ve Musa misali denizleri yararak sevdalımıza koşarız biz. Maddeden ibaret bir dünyada mananın sonsuzluğuna ererek aşkı besleriz biz.


Sevgili! Bekliyorum şimdi seni.Dualar ve âminlerle bekliyorum seni. Hazanın değdiği bir çiçeğin yaprağında... Düşlerin tam ortasında, uyku ve uyanıklık arasında…


Sevgili! Aç gözlerini. Bekliyorum şimdi seni… Nuh tufanından önceydi, Öncelere açılmıştı gözler. Zaman, Nuh’un gemisindeydi; henüz yarılmamıştı gökler. Sağanaklara karışıp süzülürken ben, daha anlamlı değildi sözler. İsmail’e koç inmemişti ve Yusuf kuyuya düşmemişti.“Elestü” sorusuna muhatap olmadan kalem seni yazmıştı bile. Çizilmişti gözler kader denilen deftere. Musa’nın asası bölerken denizi, gözlerin sulbündeydi Musa’nın. Zülkarneyn’in elindeki kılıçta ve Süleyman’ın konuştuğu kuştaydı gözlerin. Yunus’un balıkta bulduğu, Eyüp’ün sabırda soluduğu, İsa’nın nefesindeydi gözlerin. Davut’un sesinde tılsımlı, Harun’un nefsinde sınırlı, Mısır çöllerinde saklıydı gözlerin. İsrafil’in sûrunda, Mikail’in nurunda, Cebrail’in kanadında, Azrail’in can hasadındaydı gözlerin. Gözlerin gözlerimdeydi sevgili… Yumma gözlerini.Sevgili! Bekliyorum şimdi seni. Zamandan ve mekândan münezzeh olanı şahit tutuyorum sevdama. Sevgili! Bekliyorum şimdi seni.


Bekliyorum Sevgili…

AŞK'A ŞİİR AŞK'A SEMA