12 Nisan 2010 Pazartesi

Âh benim, âh ben'im...



Düşümde gerçek olanım, gerçeğime düş kalanım. Yalnızlığıma ortak, çaresizliğime derman Efendim. Susmuş mesellerin, söylenmeyen destanların, anlatılmamış öykülerimin kahramanı. Mesnevilerde adı bir Yûsuf bir Züleyhâ, bir Hüsn bir Aşk olan Sevgili. Yazılmamış söylencelere sözcük sözcük dokuduğum, öykülerde görünmez suretiyle soyutluklara karışmış sevdam. Mısr’a Yûsuf olanım, Nil’e rahmet diye yağanım. Gecelerimin yedi kandilli Süreyyası, gündüzümün Şems’i, Efendim. Kasidelere bürde diye işlenen, nakış nakış minyatürleri aharlanmış zihnime çizilen Leylam. Simurg’un aynada suretini gördüğü, Anka’nın suretiyle kendine büründüğü, göklerimin güzellik güvercini, gülistânımın güle âşık bülbülü…

Öyle bir yaktın ki… Görmedi bu yangını Nemrut bile. İbrahim, İbrahim olalı düşmedi böyle bir yangının içine. Kimseler yakamadı senin yaktığın ateşi. Kimseler ulaştıramadı bu yangını göklere. Ateşimde hâr, hârımda köz, közümde göğe ağan kıvılcımım, Efendim. İçin için yanarken kurumuş ağaçlar gibi yine senin ateşine susuyor bu yangın yeri. Sensizliğin korkusuna düştüğünden beri, yangınına yangın istiyor ateş evi.

Ey adıma ateş olanım, adını alnıma ateşle yazanım,
Ey benim kâl’im, halimde ahvalim,
Beni benden söküp kendisi kılanım, ey!
Ey benim haline büründüğüm, ahvaline soyunduğum sevgilim!
Adını adımla yazmak dilediğim, dileğini dileğim bildiğim.
Düşüne koştuğum, gerçeğine koşulduğum, hayaline uyuyup melaline uyandığım, sevdam, cânım, sultanım, Efendim!
Sayfaların ortasında Züleyha misali çırpındığım, Yûsufluğundan öte ruhuna, gönlüne vurulduğum.
Kendimi aydınlığında bulduğum, karanlığımda kendisi olduğum Efendim.
Ey benim kendisi olduğum,
Ey benim kendisinde yok olduğum,
Kendisinde yeniden can bulduğum ey!

Dönülmez mi gittiğin yurttan? Dönmez misin Efendim? Çağırılan varsa o yurttan, çağırsan gelmez miyim Efendim?

Efendim…

Bak. Akşam oldu yine. Bak. Battı güneş. Uyudun usulca. Usulca koyuverdin başını yastıklara. Ben senin şehrinde, senin yanı başında… Biraz kıyında, birazcık yamacında… Hemen bir sokak ötende, bir kaldırım taşında… Sen yukarda, ben aşağıda; ama hep kıyında, yanı başında…

“Usul usul uyu, başucundayım Efendim…”

29 Mart 2010 Pazartesi

Çiçek Mezarlığı


Bir tomurcuk patladı. Ses etti gecenin dinginliğinde. Söz muştuladı semadan. “Bekle” dedi. “O gelecek” dedi. Bekledim.

Beyaz yaseminlerle süsledim düşlerimi. Gelinciklerle bezedim gülüşlerini. Laleler ektim saksılara, erguvanlar ısmarladım güneşin ziyasına. Nergisler dizdim satırlara, duvarlara karanfiller döşedim, geceye bir sümbül, gündüze papatyalar diledim. Menekşeler sırlanırken saksılarda, ben geleceğin gün için şebnemleri ıslak beklettim.

Gülmedi hiçbiri. Sen gelmeden gülmeyecekti.

Gelmedin. Hiçbiri gülmedi.

Karanfil küstü önce, yasemin boynunu büktü. Sırlandı menekşeler kendi koyu karanlıklarına. Nergisler soldu, laleler soğan oldu. Gelincikler söz kesti geceye. Gece sümbüllere mezar oldu. Papatyalar yapraklarını döktü bir bir. Gelecek, gelmeyecek, gelecek, gelmeyecek… Son yaprak papatyada, son matem oldu. Sen gelmeyecektin.

“Bu düşte eksik bir şey var.” deme Efendim. “Bu öyküde GÜL eksik.” deme. Bu öykünün “Gül”ü sensin. Sen yoksan gülistana ne hacet? Solsun hepsi. Gül yoksa hepsi toprak olsun.

22 Mart 2010 Pazartesi

Lâ "Sonsuzluk Hecesi"



“…belliydi Onun geleceği; çünkü gelmeyecek olan böyle beklenmezdi.”

Susuzluğumun Efendi’si… Serendip yollarında Âdem misali ve mislice Âdem gibi yoluna düşmüşlüğüm… Havva misali beklemişliğim ve dahi Âdem misli aramışlığım, Efendim… Beklemişliğimin Efendi’si… Gelmeyişlerin Sultanı…

“Lâ”nın dilinde ağaçlar dizildi sözcüklerimin özüne. “İllâ” demek istedi ağaçlar. Sustu evren, kâinat hepten dile gelirken. Sürgündeyim hala. Hala Havva’sını bekleyen Âdem ya da Âdem’e yürümek isteyen Havva gibiyim. Tek farkım sürgün edilmemek gerçek bir cennetten. Serendip yolundayım sanki, tıpkı ilk günahın sahibi, ilk sürgün ehli gibi. Dur durak bilmeden sana geliyorum ve dur durak bilmeksizin seni bekliyorum. “…Belliydi Onun geleceği; çünkü gelmeyecek olan böyle beklenmezdi.” diyor “Sonsuzluk Hecesi”

Sözcük sözcük seni derliyorum sayfalardan. Bir daha ve bir kez daha okuyorum Âdem diliyle kaybedilmiş sevdayı. Sana “Kelimeler Kitabı”nın unutulmuş her sözcüğüyle yaklaşmaya, yol bulmaya çalışıyorum; ama Âdem değil ki dilim. Yetmiyor ve yetişmiyor ve hatta yetemiyor ve yetişemiyor zihnimdeki hazinem. Ağaçlar ses veriyor kendi sözcükleriyle ve kendi kokularını sunuyorlar seni tarif edebilmem için: mür, kâfuru, taflan, tarçın, sedir, huş, filbahri… Hele o kâfuru sözcüğü düşünce zihnime, önce yeni bir âlem peyda oluyor her yerden. Yeni toprağa yeni kökler salınıyor, yeni dallar türüyor gövdelerden. Taze dallardan taze çiçekler patlıyor ve kokunu salıyorlar zihnime yeniden.

Efendim! Gelsen de gelmesen de cennetimsin kâfuru ağacıyla süslenen. Kaderin kaza oku nerede rastlarsa rastlasın bir hûri ya da gılmansın cennetin nimetinden. En çok da Efendi, en çok da Efendimsin hem de ezelden. Tâ ezelden…

8 Mart 2010 Pazartesi

Her şey sen, her şey senden...



“Ey Aşk! Nasıl bir şeysin ki sen, evrende her şey sensin ve her şey senden. Neşelenmemiz de senden hüzünlenmemiz de. Dağınıklığımız da senden birlikteliğimiz de. Sen oturmadasın da sanki bir evde, herkes kapında beklemede senin. Sen bir annesin de sanki bütün insanlar çocukların senin.”

Mesnevi’nin bir türlü yediye ulaşamayan ciltlerinin birinde böyle dile geliyor Efendi Âşık. Aşk’la söyleşmiş, Aşk’la sözleşmiş, Aşk’ın bizatihi kendisiyle dertleşmiş. Müsaade önce Efendi Âşık’tan, sonra senden Efendim. Mesnevi’nin yazılamayan yedinci cildine zeyl ve sana bir aşknâme. Efendim:

“Sen ilkbahar… Toprağa düşen ilk cemre sen. Bir nisan yağmuru… Yağmuru bekleyen toprak sen. Yaprak da sen, ilk tomurcuklanan çiçek de sen. Filizlenen ilk gonca sen. Goncaya düşen ilk çiğ yine sen…

Sen güneş… Aydınlığa ilk koşan ışık sen. Suya dokunan sıcaklık, sıcağı bekleyen çiçek sen. Gül de sen, ilk açılan. Goncaya duran ilk sevda sen.

Sen sevda… Adımı unutturan sen, adını sırlayan yine sen. Sırrım da sen âşikârım da sen. Yazılan bir sözde hece hep sen. Aşk sen, âşık sen, mâşuk sen… Her şey sen, her şey senden.

Gülistân sen, ummân sen, evvel sen, âhir sen…

Dünya sen, güneş sen, ay sen, evren sen…

Her şey sen, her şey senden…

Ben..?

Ben de sen Efendim.

Ben bile sen, ben bile senden…”

22 Şubat 2010 Pazartesi

Belagât.



Tecahül-i arif olacak gidişin ve gidişini, ben bu yüzden seveceğim…

Hüsn ü talil olacak terk edişin ve terk edişlere ben hep bu yüzden güleceğim.

Yaşamımda belagâtsin Efendim! Gerdanına benler kondurduğum bir sur. Gelişini kinayelere, gidişini tevriyelere gömdüğüm bir kusur… Yaşamımda bir manzumesin Efendim! Uyaklara mühürlenmiş bir çift göz ve terkiplerin arasına gömülmüş bir tutam yalnızlık… Beyt’ül gazellerime hazinesin Efendim! Taç beyitlerime bir mahlas…

Mahlasınla dön Efendim. Adını aşk koyduğum tacınla katıl gecelerime. Hülyalarıma gülümseyişinle dön Efendim. Sararmış bir bedenin toprağa yaklaşmasında saklı değil sevdalar. Ruhunu salıver sevdaya ve hüsn ü hattınla geri dön Efendim.

Teşbiplerden sâkıt oldu gönlüm, fahriyeler gömüldü bencilliklere. Cismine hayran olduğum ve iki kaşının arasında kendi nefsime kurban olduğum! Dön geriye. Kendi methiyenle alıp vur gene beni, beni gene erit âteş-i Aşk’ının tâ içinde. Hüsnüne hayran olduğum ve ellerinin cisminde kendi yalnızlığına gark olduğum, dön, dön geriye.

Kurumuş bir parça toprağa hayat verirken su, ben senin yollarını gözlüyorum ve bir yaprak yem verirken toprağa, bir gübre misali toprağa özümü veriyorum. Nesipler terk ederken bedenimi, ben Aşk’ın “a”sına ömrümü veriyorum. Şairlerin musarra beyitlerinden açıyorum gözlerimi ve Aşk’ın cismini her sefer sende seyrediyorum.

Efendim! Salıver de sevdana tutsak kalbini “âmennâ” desin diller. “âmennâ ve saddaknâ” diyiversin gönüller. Dilinin mührüne ve ketum sözlerine kurban olduğum. Ruhunu salıver sevdaya ve hüsn ü hattında dönüver Efendim!

11 Ocak 2010 Pazartesi

Yoksun, Varsın...


Yoksun… Hep olduğun kadar ve hiç olmadığın kadar yoksun. Yaşayacağın kadar ve içimde yaşatamayacağım kadar yoksun. Yaratılmış olsaydın bulurdum seni, nefes üflenseydi sana ve bir beden biçilseydi ruhuna, bulurdum ya seni, yoksun.

Yoksun… Babasız bir çocuğun bayramları gibi boşsa yaşamım, konacak bir çiçek bulamayan arının kanatları kadar kuruysa sadağım ve rüzgârın taşıyacak bir bulut bulamayışı kadar durgunsa semalarım, yoksun.

Yoksun… Oğlunu toprağa vermiş bir ana gibiyse gözümde gözyaşlarım, kalemim öksüz büyümüşse senden uzakta ve bir dirhem çekirdeğe ulaşamayan yavru bir kuşsa kanatlarım, yoksun.

Yoksun… Yaşam zehirliyken sensizlikte, bir güneş bile doğmuyorsa gecelere, haramiler yolları kesiyorsa ve Ebrehe’nin ordusu fillerle saldırıyorsa vücuduma, çıkmıyorsan bir ebabil gibi, yıktırıyorsan içimdeki Kabe’yi, yoksun.

Yoksun… Gönlüme büthane yaptılarsa mezalimden, ruhuma mengeneler koydularsa hayalimden ve ışığa gölge koydularsa zülalimden, yoksun işte, yoksun.

Sen varsın sevgili! İçimdeki boşluk dolmuyorsa başkalarıyla ve hayalin geziniyorsa satırlarımda, sen, hiç olmadığın kadar ve hep olacağın kadar varsın. Varsın sevgili, hep varsın.

AŞK'A ŞİİR AŞK'A SEMA