3 Eylül 2008 Çarşamba

Belâ-Belî



“Sufî mecaz anladı yâre mahabbetim
Âlemde kimse bilmedi gitti hakikâtim”


Belâlar yağıyor gözlerime gecenin karasından. Yıldız yıldız şimşekler çakıyor zihnimin bilinmedik en mahrem yerlerine. “Canıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr.” diyor Ahmet Paşa, paşalıktan sıyrılıp yâre kul olmuş haliyle.

Ezelde canıma “Merhaba” sunan yâr çıktı karşıma sağanak bir maviliğin tam da altında. Bilmem kaç milyon yıllık bir yoldan gelip buldu beni. “Nasıl buldun?” diyemedi dilsiz dillerim. Göz, gözlerin içinde hem-dem olunanı aradı, aradı ve yine aradı; nafile. “Beni anımsadın mı?” dedi gülümserken. “Hayır.” diyebildim. Güldü, bir asır güldü. Sustum, bir asır sustum. “Elest Meclisi’nden.” deyip yumdu gözlerini. Bir asır yumdu gözlerini, yumdum bir asır gözlerimi. Asırları kovaladım gerisin geri, ters yüz edilmiş adımsızlıklarımla. Kapandı yollarım, geçit bulamadım karanlıkların arasında. Meclisler kapandı bana, kapalı bir çift gözün sahibini anımsayamadım. Açtım gözlerimi, açtı gözlerini. “Geçit bulamadın.” dedi gülümserken. “Bulamadım.” dedim. “Tut ellerimi sevgili! Kapanmış yolları birlikte açalım, meclislere varıp verdiğimiz sözleri anımsayalım.”

Yumdum gözlerimi ve tuttum içim titrerken Mecnûn’un ellerini. Karanlık bir koridorun sonunda açtım gözlerimi ellerini tutarken sevdanın. Şeffaf bir âlemde, şeffaf bir topluluk içinde buldum sevdanın rengini. Kimsenin olmadığı yerde herkes vardı ve sevdanın rengi yanı başımdaydı. Seslerin olmadığı mekânda bir ses çınladı olmayan kulaklarımıza: “Elestü bi rabbiküm?” “Belâ!” Açtım gözümü, yanımda sevda. İsmi Mecnûn ya da Leylâ.

“Şimdi anımsadın mı beni?” dedi, “Evet” diyebildim. “Ben ezelde sana yazılanım, beni kabul eder misin?” Sessizlik uzadı seslerin yok oluşunda. Karanlıkların ışığa ulaştığı noktalarda, gözler hükmünü sürdü sevdanın; ama bir nafile uğraş daha… “Hayır” dedim.

Yumdu gözlerini, yumdum gözlerimi sevdanın eli ellerimde. Bir levha önünde döküldü satırlar ellerime. “Bak!” dedi. "Adlarımız yan yana. Sen bana yazılansın, ben de sana…”

Canıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr. Şimdi belâlar yağdırıyor gecenin karasından gözlerime. “Yazılmışımı bana ver.” diye nidâ ediyor sevdanın sesi. “Yazılmışını al ve yazılanımı bana ver.” Bir çıkış yolu bulamıyor ruhum sağanak karanlıkların mateminde.

Yumuyorum şimdi gözlerimi. Leylâ yanımda ya da Mecnûn… Sevdanın gözleri gözlerimde ve elleri ellerimde… “Elest Meclisi’nde bu sözü sana ben mi verdim?” diye soruyorum, onaylıyor başıyla. “Nasıl belâ diyerek söz verdinse Rabbimize, o da bizi bize şahit tuttu. O da bize şahit oldu tıpkı birbirimize şahit oluşumuz gibi. Âlemlerin sahibinin kalem’i seni ve beni Levh-i Mahfûz’a birlikte yazdı. Tut sözünü ve bırakma ellerimi.”

Açıyorum gözlerimi ve belâ yağmaya devam ediyor gecenin karasından gözlerime. Kara gözlerden aşk damlıyor gecenin karasına ve ay, aşk damıtıyor verilen sözlerin geç kalınmış sükûtuna.

Ezelde bir merhaba sunan çeşm-i yâr’a bir merhaba da ben sunuyorum ve hâlâ belâlar yağıyor gecenin karanlığına.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Bu sanırım Kuran'da geçen bir kıssa ama öyle anlamlı bir şekilde işlemiş, kelimeleri öyle yerli yerinde kullanmışınız ki hayran kaldım yazınıza. Muhteşem bir şiirsellik tıpkı İskender Pala gibi.

AŞK'A ŞİİR AŞK'A SEMA