24 Kasım 2008 Pazartesi

Lügaz sana, muamma bana, sır bize...



Sırrın tadına ermiş bir kurdum şu fani âlemde. Sayfaların tozundan sözcüklerin kokusuna mazhar olmuş, taliklerden sıyrılıp rik’âların kıvrımlarında yok olmuş ve bir mahzenin sarhoşluğunda cezbenin ateşiyle yanıp kül, yanıp kul olmuş bir fâni…

Sırrıma ortak ol diyedir sözlerim. Müstesna bir kitabın istista bir sayfasında bulduğumda kendimi, “yasak meyve”yi tattım ilkin. Azazil’in iken Âdem’le, Âdem iken adenle düşüp kalktım ilkin. “Nuh Tufanı” susuzluğumu giderirken “Yasef’in Ordusu”nda kanın tanına baktım ilkin. “Lut Kavmi” taparken altından heykellere, ben bir cüzamlı gibi “haram”a baktım ilkin.

Ey sesimi bilmeyen kişi ve sözlerimi söz bilen sözsüz kişi. Sırrıma ortak ol diyedir ve mührü çöz diyedir dilsizliklerim. Ben “Yakub”un sabrına, “Yusuf”un vaslına, “İbrahim”in lütfuna ve “İsmail”in nuruna söz geçiremedim. Onların sayfalarına düşmedi yolum. Sayfalar düşmedi yollarıma ve ben bir acuze gibi yol buldum “Efrasiyab”ın damarlarında. “Firavun” ve “Nemrud” gibi dolaştım çöllerin sıcak kumlarında. Benim için gökten koç inmedi ve “Gayya kuyuları”nda talihime bir anka gülümsemedi.

Ey ahdımın ah’ından habersiz kişi. Benim talihime düşmedi Züleyhalar tıpkı Yusuf gibi. Leyla’yı aramadım ben cin kökünden türerken isimlerim. Şirinler uzak durdu, ben dağların yamacında kavm-i haram iken ilkin.

Sırrın tadına mazhar olmuş bir eski zaman kurduyum şu âlemde. Vazifem eski kitapların tozlu sayfalarından bir tat almaktır. Sayfalarda hangi sözcükler çıkarsa kaşığıma, ben onu yerim ilkin. Adın düşerse sayfalarımın arasına, kaşığıma koymuşsa seni kader ve Ehremen’in sayfasından dönerse yolum güzellik sayfalarına, bataklardan çıkarabilirsem ruhumu, gülümserim sana ilkin.

Bana her nefes müstesna, bana âlem istisna… Boğazıma kadar batmışken Kızıl Deniz’in tuzlu sularına, can havliyle secdegâhı beklerim ve benim için sevda, yazılmış olandır ilkin…

17 Kasım 2008 Pazartesi

Geldin ve gittin, hoş...

Akşamın kızıllığına bıraktım seni. Martıların kanatlarına muştu misali… Gecenin ayazından sakındım seni ve sabahların ziyasına sakladım gülüşlerini. Güneşin yakışından kendi gölgeme gölgeledim seni. Sakladım bende kalan gözlerinin rengini…

Kendime sakladım seni. Dönüşü olmayan bir duruş ve nefeslerimin içinde bir koku… Düşüncelerime sır belledim seni, çıkarmadım kuytularımdan bende bıraktığın öpüşlerin titrek gülümseyişini.

Ekmeğimin içine katık ettim seni, dillendirmedim dost meclislerinde, ıslatmadım sağanaklarda hayalini. Kokunu sakladım yastıklarımda ve raflarımın arasına sırladım seni, hiç açılmamış kitapların hiç açılmamış sayfaları arasına.

Sakladım seni sevgili. Sonu gelmez bir matemin kızıllığında uykularıma gömdüm seni. Ufukların ardına gömülmüş bir duruş gülümser şimdi omuzlarımda. Kızıl bir karanlığın ardında durur düşlerim.

Önce kelam ardı oysa. “Kün!” demişti ya âlemlerin sahibi. Kelam, kalemden önceydi, önceydi sessizliklerin sesi. Elif üzre gülüşler vardı ve elif dilinde seslenişler… Zaman o bildik zaman değildi ve mekân o bildik mekân… Âlem henüz âlem, Âdem henüz Âdem değildi. Biz sulbündeydik vahdetin, tek kabukta iki badem gibi… Yaratıldık ardı sıra, birbiri ardınca dizildi sevdalar. Mayasında aşk varken âlemin, ruhun beni diledi ve ruhum seni diledi. “Kün!” dedi âlemlerin sahibi. Sen bana gelmeyi diledin, ben bana gelmeni diledim. Gelemedin, gelmedin. “Gel sevgili!” diyemedim.

Gelişlerin bu güne kısmetmiş meğer. Gidişlerin yarına yazılmış ve sessizliklerin zihnime. İnancım oldun sevgili! İmanım oldun… Hoş geldin ve hoş gittin sevgili… Sevgili…

10 Kasım 2008 Pazartesi

Sevgili..!



İnancıma, sevdama ve saklı kalmış gülüşlerin aşkına…

Gayya kuyularında saklanan ruhum! İnci ve mercan dilinde bir sükûnetin sütunlarına saklanmış ruhum! Kuleler önünde uğrulara haraç mezat satılan ruhum! Ses ver bana… Bârihâ’nın sonsuzluğunda, bir çöl çiçeğinin susuzluğuyla… Ses ver bana… Kor gibi yakan güneşin önüne gerilen bir küçük bulut edasıyla… Geceleri yıldız yıldız, gündüzleri vakfe vakfe bir gülüş gönder bana.

Ses ver bana sevgili! Dönüş yolunda bir kafileyi bekler gözlerim. Develerin ayaklarına bağlanmış gibi yerde sürünüyor adına ruh denilen gafletim. Hasret kast ederken canıma, hazanın son yaprağıdır sararmış benzimde gülüşlerim. Hacle hacle sağanaklarla yol açarım sana sinemde. Bir ses için yakarım Mecûsilerin ateşini ve bir sesin içindir Kisra Saraylarının sütunlarını yeniden dikişim.

Ses ver bana sevgili. Bari sen küsme. Küsüşlere alışkın değil kuruyan göller. Terk edişlere alışkın değil hasret hasret büyüyen yüzümdeki çizgiler. Leyla’ya tutturdum yasını asırlardır. Şirin’e sakladım sabrın goncasını. Züleyha yanışlara gebe, bir doğumun arafesinde. Sadece sen diye, sadece sen gel diye.

Sen sadeliksin bana ve çocukluğumun beyaz takkesi… Kararmış bir bedenin içinden yeşeren ve masum küçük eller elinde büyüyen bir eski zaman ayinesi… Yokluğun asır gibidir seslendiğim ruhuma. Uzaklığın Mısır çölleridir gönlümün azabına. Gönlüm gönlüne ve gözlerim gülüşüne meskendir sevgili…

Bülbüller terk etti gül bahçelerini ve güller nalân oldu yokluğunda. Kırmızı bir can suyu dökülüyor ayaklarımın ucuna. Tâhâ ve Yâsin aşkına… Sevgili! Dön artık yurduna.

3 Kasım 2008 Pazartesi

Minyatürde Aşk...



Her akşam kefen giyer güvercinler.
Her aşk kefen giyer günün birinde.
Kanatlanmış bir güvercin gibi girdin
Siyah bir matemin en karanlık yerine.
Uzak bir denizin en mavi yerinde
Akşamın lacivert semasına takılır
Gözlerinin enginliğinden serinlikler.
Kanat sesleri duyulur sessizliğin içinde.
Her akşam bir şair bir güvercin olur.
Tennurelere bürünür beyazlıklar içinde.
Güvercinin kanadına bir çiğ düştüğünde
Gecenin ayazına karışır kanat sesleri.
Ten can kafesinden uçup gittiğinde
Aşk saklı kalır bir minyatür içinde.

AŞK'A ŞİİR AŞK'A SEMA